"Yaşlandığımız için eğlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz...
Eğlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız.
Genç kalmanın, mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır...
Her gün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak...
Bir rüyanız olmalı mutlak...
Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz.
Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok...
Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır...
Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz...
ASLA PİŞMAN OLMAYIN
Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum.
Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır.
Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur.
Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak bireyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir.
Asla pişman olmayın...
Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü...
Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır...
Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır..."
ŞİMDİ DE BİZDEN BİRİ
Bayan Rose’yi okuduk.
Çoğumuz duygulandı biliyorum.
Hatta kendi kendimizi düşünceye daldık, belki de sorular sorduk.
Şimdi de bizden birini Rose kadar ileri yaşı olmasa da Tamer Dursun’un yazdıklarını okuyalım.
Eminim yine gerilere, çocukluğumuza gidecek, belki de şu zamanda olmayanları hasretle anacağız.
Ben yine etkilendim.
Şimdi söz sırası Tamer Dursun’da;
BİRBİRİMİZE BENZERDİK
“1980'li yıllardı ve ben Kocamustafapaşa Lisesi'ne gidiyordum.
O vakitler insanlar birbirlerine benzerdi; yokluk, hastalık, geçim derdi, hayaller, umutlar, her şey...
Çok fazla paranın kazanılmadığı ama onurun da öyle şimdiki gibi makarnaya, kömüre peşkeş çekilmediği zamanlardan bahsediyorum. Komşu komşuya, esnaf esnafa, çocuk çocuğa aşinaydı,
Kimse gökdelenlerin içinde, soğuk gri binaların odalarında yalnızlığıyla ölüp gitmiyordu.
Kapı önlerinde edilen sohbet, apartman merdivenlerde verilen selam, çaya çorbaya davet edilen konu komşu, çocukların evcilik oyunları, bakkala, manava, kasaba yazdırılan borç, akşamları, yorgun argın işten dönen babalar, kederlerini ince bir gülümsemeyle örten gül yüzlü anneler...
KAHIR ve KEDER
Terleyen sırtımıza konulan, kenarları işlemeli havlular.
Kapı aralarında, bir dilim ekmeğe sürülen yağ, peynir, salça.
Akşamları eve dönerken, kazağımızın altına sakladığımız yavru kediler, köpekler...
Hele, annelerimizin o hep kahır ve keder kokan anne elleri.
Çamaşır asarken hüzünlü, pazardan dönerken yorgun, tencereyi masaya koyarken dalgın, üstümüzü örterken yapayalnız.
Sırlarını ve sevdalarını sandık diplerinde saklayan annelerimiz...
UMURUMUZDA DEĞİL
Sular akmaz, elektrikler kesilir.
Kış gelir.
Yollar kar çamur.
Kucağımızda taze ekmekler, fırından eve döneriz.
Yüzümüze vuran akşam güneşi.
Umurumuzda değil yokluk.
Gülümsüyoruz dünyaya.
Su çekmiş ayakkabılarımız.
Islak çoraplarımızın içinde üşüyen ayacıklarımız, olsun.
Evde bizi bekleyen anne şefkati ve sıcacık tarhana çorbası var.
BİR PARÇA DA ÖĞRETMENE
Bir dönem, okula giderken, yanımızda bir poşet de kömür götürdüğümüz günleri hatırlıyorum.
Kalabalık sınıflar, okul kapısında yapılan saç tırnak kontrolü, siyah önlük, beyaz yaka.
Beslenme çantalarında fazladan bir parça kek ya da bir peynirli poğaça öğretmen için.
Yeşil yazı tahtası, beyaz tebeşir, kalorifersiz sınıf, Kızılay zarfı, tahtada yaramazlık yapanların isimleri.
Verilen cezalar, ya cetvel ya da kapının yanında tek ayak...
Havalar biraz düzelmeye başlayıp, güneş kendini gösterdiğinde, okulu asıp, kızlı erkekli adalara kaçmak adettendi.
Samatya Sahili'ne inip, gemilere bakarak hayaller kurduğumuz ya da bir arkadaşımızın evinde toplanıp doyasıya gülüp eğlendiğimiz de çok olurdu.
ORTADİREK AİLE
Babamın Çevre Tiyatrosu'na yakın, Altı Mermer Caddesi üzerinde, bir pasajda çay ocağı vardı;
Küçücük bir yer, merdiven altına saklanmış...
Çoğu aile gibi biz de ortadirek sayılırdık.
Babam, çay ocağından kazandığı üç beş parayla bize, beş kişilik ailesine bakar, kimseye muhtaç etmezdi.
Evimiz Perşembe Pazarı'nın kurulduğu ve Uyku Baba Türbesi'nin de olduğu yere yakın bir sokakta, içinde güllü divanların, işlemeli yastıkların ve sabun kokusunun olduğu, elli-altmış metrekare bir daireydi.
Çocuk odası falan nerede...
Akşam oldu mu, biz üç çocuk, divanlarda ve yere serilen yataklarda uyurduk.
Çalışma masam olmadığı için sağdan soldan bulunmuş bir tahtayı dizlerimin üstüne koyar, divanın bir köşesinde ev ödevlerimi yapmaya çalışırdım ama bu da gelenimiz gidenimiz çok olduğundan hiç kolay olmazdı.
Özellik de kış ayları, köyden gelen dedeler, nineler ve onları ziyarete gelenlerle evimiz dolar taşardı ve ben çoğu zaman derslerimi yapamadan okula giderdim.