Türk edebiyatının tartışmasız en büyük Üstadı bizim neslimize rast geldi. Bu güzel rastgeliş ya da nasip hatırına, büyük bir saygı ve rahmetle ile anıyoruz Necip Fazıl Kısakürek Üstadı.
O'nu tanıyan ve şahsen temas imkanı bulan da sever ve sayar. Hiç görmeyen de sever ve sayar.
Eserleri bir neslin Milli Şuurla yetişmesinde " Aşı " etkisi yapan Değerli Üstad ile bir de mesai yapanlar vardır.
Yazdığı gazetelerde birlikte mesai verdiği hayranlarından oluşan meslek arkadaşları..
O'nun vefatından sonra bir çok hayranı, sanat ve edebiyatla uğraşan ve bu sahada varlık göstermeye matuf mesai sarfeden de bir çok kişi vardır.
Necip Fazıl'ı seven ve Edebiyat çevrelerinde adı sanı bilinen birçok değerli şahsiyet.
Ama bir de Necip Fazıl Kısakürek ile aynı gazetede yazan, o gazetenin Yazıişleri Müdürlüğünü yapan ve uzun yıllar Üstadın yazılarından dolayı İstanbul Adalet Sarayından çıkamayan, onlarca ceza davası yüzünden zındanlarda çürümek yerine memleketi terketmek zorunda kalan biri de vardı.
İşte şimdi adı sanı unutulan ve çektiği çileler yanına kar kalan, Üstadın yazılarını yayınlamanın cezasını çeken birisi.
O birisi bendenizim efendim.
Yetmişli yılların başından itibaren SABAH Gazetesi'nin Yazarlığı ve Yazı işleri Müdürlüğü görevini hasbel kader yıllarca bendeniz sürdürdüm. O tarihlerde Üstad Necip Fazıl Bey de " ÇERÇEVE " üst başlıklı yazılar yazıyordu.
Hemen hemen her yazısı için o devrin meşhur TCK 163. Maddesine veya Devrim Kanunlarına aykırı makaleler yazdığı için hem Üstad aleyhine ve hem de sorumlu Yazı İşleri Müdürü olarak bendeniz aleyhine davalar açılıyordu.
Rahmetli Üstad çok sert üslupla yazdığı yazılarını ise müstear " ADI DEĞMEZ " ismiyle yayınlamamızı istiyordu. Kendisini kıramıyor, yaşı sebebiyle mahkemelere gelip gitmemesi için bazı yazılarını bu isimle yayınlıyorduk.
Fakat öyle sert ve etkili üslupla verip veriştiriyor ve kanunlara göre suç sayılacak, takibatı gerektirecek ifadeler kullanıyordu ki, bunları yazının metninden çıkarma imkan ve ihtimali de yoktu. Çünkü böyle bir talepte bulunduğumuzda, fena halde bozuluyordu. Biz de ne olursa olsun diyerek yazılarını yayınlıyor ve neticesine de katlanıyorduk.
Yıllarca bu birlikte mücadelemiz devam etti. Türkiye son derece sıkıntılı dönemlerini yaşıyordu. Ülke 12 Eylül Darbesi'nin tarlalarını sürüp hazırlamaktaydı. Tam da bu çetin mücadele döneminde kelleyi koltuğa alıp mücadele ediyorduk. Bu mücadelenin amacı elbette ülkemizin, Aziz Milletimizin bekası, huzuru, güveni ve geleceği içindi. Karşımızda mücadele ettiğimiz kesim ise komünistler veya sosyalistler ile Batıcı sözüm ona " ilericiler " idi. Yani ülkede bir İlerici ve bir de Gerici kesim vardı. Bizler Gericiler idik..
Mahkemelerde süründüğümüz o zulüm günlerinde Üstad Necip Fazıl Bey, Osmanlı'nın son döneminden kalan ve Abdülhamid Han'a düşmalığı ve kini yıllar sonra sürdürebilmek için yayınlanan " ÜÇ HATIRAT ÜÇ ŞAHSİYET " isimli kitaba cevaben iki gazete sayfasını dolduran bir yazı hazırlamış ve yayınlamamızı istemişti. Epeyce görüştükten ve cezalandırılacağımızı bile bile bu yazıyı yayınlamanın doğru olmayacağını iddia etmemize rağmen, Üstad ısrarla tek kelimesine dokunmadan yayınlamamızı istedi. Yazıya Necip Fazıl Kısakürek ismini değil, " Adı Değmez " müstear imzasını koymuştu.
Yayınladım. İki gün sonra Cumhuriyet Savcısı çağırdı. Sorguya çekti. Savcının beni çağırdığını kendisine söylediğimde, " Nasıl olsa ceza verirler. Bu yazıyı ben yazdım de. " dedi. İtiraz ettiğimde ise, " İkimiz de ceza alacağımıza bir tek sen ceza alırsın. Bu daha mantıklı değil mi? " dedi. Ben de Savcı'ya bu yazıyı ben yazdım dedim. Savcı sert bir ifadeyle " Yalan söylüyorsun. Bu müstear ismin kim olduğunu biliyoruz. Doğru söylesene " diye azarladı. Ben de bu sert sorgulamaya aynı sertlikle, " Soruyorsunuz ben de cevap veriyorum. İnanmıyorsanız o sizin sorununuz. Ne yapabilirim? " dedim.
Savcı hiddetli bir sorgulama sonucu yazıyı yazan kişi olarak benim aleyhime Ağır Ceza Mahkemesinde dava açtı. Zaten Yüksek İslam Enstitüsü'nün çok değerli Alimlerinden Ahmet Davutoğlu Hocaefendi'nin Nikah konusunda yazdığı bir yazıyı yayınladığım için aynı mahkemede karar safhasında bir davam daha vardı. O davadan da hüküm giymek üzere idim.
Bu son yazısından dolayı açılan davanın ilk duruşmasından sonra, ismi Adaşım olduğu için hafızamda kalan " Deli Hüseyin " lakaplı çok tecrübeli Ağır Ceza Reisi beni odasına çağırdı. Dedi ki; " Bak evladım. Bu yazıyı yazanın sen olmadığını biliyoruz. Buna rağmen suçlu olarak seni yargılıyoruz. Elimde sana yıllarca ceza verilmesini gerektiren dosyalar var. Genç ve idealist bir insan olduğunu biliyorum. Bak evli barklı ve iki çocuğu olan bir Gazetecisin. On beş gün sonrasına karar tefhimi için mühlet verdiğim bundan önceki davandan dolayı ağır ceza alacaksın. Pasaportun varsa çek git bu memleketten " dedi.
Öyle de yaptım. Hayatımın en verimli yıllarında Avrupa'ya kaçtım. 3 yıla yakın " Sürgün hayatının " hikayesini ve zorluklarını anlatsam bir kitap olur. Ben sürgünde iken Neip Fazıl Üstadın aynı yazısını kendi yayınladığı " Büyük Gazete " isimli mecmuada iktibas eden rahmetli Şevket Eygi, aleyhine açılan davadan dolayı Şile Hapishanesinde uzun süre yattı.