Yalnız kaldığımızda sadece arzularımızla baş başa kalmayız. Aynı zamanda bir başka ses de devreye girer: “Yine geç kaldın.” “Bu sana göre değil.” “Biraz daha çabalasan belki hak edersin.” Bu ses, bazen anne sesi gibi kaygılı, bazen bir öğretmenin sertliğiyle konuşur. Adını koymazsak bile çoğumuz tanırız onu. İşte bu ses, psikolojide “süperego” dediğimiz içsel denetleyicidir.
Süperego, çocuklukta şekillenir. Bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğreten, kuralları içselleştirmemizi sağlayan bir yapıdır. Başta işe yarar: topluma uyum sağlamamıza, vicdan geliştirmemize yardım eder. Ama bazı durumlarda bu ses o kadar baskın hale gelir ki, artık yön göstermez; yargılar. İçimizde bir hakem değil, bir cellat gibi çalışmaya başlar.
Bu yargılayıcı ses, yalnızlıkta daha da duyulur hale gelir. Dış dünya sustuğunda, bu iç ses konuşmaya başlar. O yüzden birçok kişi için yalnızlık sadece bir sessizlik değil, kendiyle acımasız bir yüzleşmeye dönüşür. Çünkü bu ses şunu fısıldar: “Yeterli değilsin.”
Peki bu sesle nasıl baş edilir? Öncelikle onu tanımak gerekir. Süperego hep vardı ama ona alternatif başka bir içsel ses de gelişebilir: anlayan, destekleyen, kabul eden bir iç dünya. Psikanalitik kuram bunu “iyi nesne” olarak adlandırır. Bu, yaşamın erken döneminde kurduğumuz güvenli ilişkilerin içselleşmiş halidir. Ve bu iyi nesne, yalnız kaldığımızda bizimle kalır.
Bir çocuk düşünün: annesi hata yaptığında onu bağırarak mı düzeltir, yoksa dizinin dibine oturtup birlikte düşünmeye mi davet eder? Bizim de içimizde böyle iki anne olabilir. Biri cezalandırıcı, diğeri anlayan. Yalnız kalabilmek; sadece sessizliğe tahammül etmek değil, bu iki ses arasında kiminle kalacağımızı da seçebilmektir.
Belki de soru şu: Yalnız kaldığında seni kim karşılıyor? İçindeki yargıç mı, yoksa seni sakince dinleyen o içsel sığınak mı?