Günlük hayatımızda sıkça duyduğumuz bir soru vardır: “Bu normal mi?” Çocuğunun bağırışlarından endişelenen bir ebeveyn ya da iş yerinde her gün kaygı hisseden bir çalışan… Herkes bir noktada, kendi deneyimlerini norm dediğimiz o görünmez çıtayla ölçme ihtiyacı hisseder. Ama bu “normal” dediğimiz şey nedir?
Normal: Kimin Çizdiği Çizgi?
Psikolojide “normal”, genellikle toplumsal normlara, istatistiksel ortalamalara veya uyuma referansla tanımlanır. Ancak bu bakış açısı oldukça sınırlayıcıdır. Örneğin, bir toplumda sessiz kalmak “normal” kabul edilirken, başka bir toplumda açıkça duygularını ifade etmek makbuldür.
Freud’un bakış açısıyla “normal” olmak, çatışmaların tamamen çözülmüş olduğu ideal bir durumu işaret eder. Ancak Freud da biliyordu ki bu, bir masaldan ibaret. İnsan olmak, çatışmalarla yaşamayı öğrenmek demektir. Winnicott ise konuyu daha derinleştirerek şunu sorar: “Gerçek benliğini ifade edemeyen birinin normalliği ne kadar gerçek olabilir?” Belki de “normal” dediğimiz şey, kişinin otantik benliğini yaşamaktan ne kadar uzak olduğuyla ilgilidir.
Anormal: Damga mı, Arayış mı?
Anormal olarak tanımlanan pek çok davranış, aslında insanın hayatta kalmak için geliştirdiği yaratıcı bir çözüm olabilir. Bir kişinin takıntılı davranışları veya kaygıları genellikle yüzeyde görülen belirtiler olarak değerlendirilir. Altta yatan ise, derin bir çatışma ya da çözülmemiş bir geçmişin yansımasıdır.
Örneğin, sürekli endişelenen biri için toplum “Bu anormal” diyebilir. Ancak bu kişi, belki de çocuklukta kendini güvende hissetmediği bir ortamda büyümüş ve bu kaygı mekanizmasını hayatta kalmak için geliştirmiştir. Peki, bu durumda “anormal”, sadece adaptasyonun bir diğer adı değil midir?
Normal ve Anormal Arasındaki Çizgiyi Kim Çizer?
Bu sorunun en güzel yanıtlarından biri, Winnicott’un “oyun alanı” metaforunda saklıdır. Ona göre, insanın yaratıcılığı ve oyun oynama kapasitesi, ruhsal sağlığının en önemli göstergesidir. Eğer bir birey, yaşamla “oyun oynayabiliyor”, yani kendini ifade edebiliyor ve ilişkilerinde özgün bir şekilde var olabiliyorsa, bu “normal” bir varoluştur. Ama eğer kişi, tamamen dış dünyaya uyum sağlamaya çalışıyor ve bu süreçte kendini kaybediyorsa, burada bir problem var demektir.
Modern Dünyada Normal ve Anormal
Sosyal medya çağında, “normal” olmanın anlamı giderek daha bulanık hale geldi. Bir gün herkesin spor yapması gerektiği mesajlarıyla karşılaşırken, ertesi gün “kendinizi sevin, olduğunuz gibi kabul edin” temalı içeriklerle dolup taşıyoruz. Bu çelişkili mesajlar arasında birey, hem dış dünyaya uyum sağlamaya çalışıyor hem de kendini bulmaya çabalıyor. Bu da, “normal” ve “anormal” kavramlarını yeniden düşünmemizi gerektiriyor.
Dinamik perspektif, burada önemli bir soru sorar: Bu kadar dışarıya odaklanırken, iç dünyamızı ne kadar dinliyoruz? Belki de “normal” olmak, başkalarının beklentilerini karşılamak yerine, kendi ruhsal gerçekliğimizle barışmaktır.
Son Söz: Herkes Kendi Yarattığı Gerçekliği Yaşıyor
Sonuç olarak, normal ve anormal arasındaki çizgi, toplumsal standartlar kadar bireyin içsel dünyasıyla da ilgilidir. Bu kavramları anlamak, insanın kendi çatışmalarını, savunmalarını ve gerçek benliğini keşfetme yolculuğuyla mümkündür. Dinamik ekolün bize hatırlattığı en önemli şey, her insanın bir hikayesi olduğudur. Bu hikaye, normlardan sapıyor gibi görünebilir ama aslında herkes kendi gerçekliğini yaşıyor.