Kötüye giden ve en sonunda adanın doğal dengesinin de bozulmasına yol açan olaylar (martıların öldürülmesi, zehirli yılanların ve tilkilerin çoğalması) ekseninde distopik bir hikâyeye dönüşümünü anlatıyordu. Roman için, “Toplumun ve doğanın kendi dengelerini bulacağı, daha doğrusu bulması gerektiği üzerinde yoğunlaşıyor. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız, sonuç felakete varıyor; hem doğa mahvoluyor hem insan.” diyordu Livaneli.
Her iki roman dönemin siyasal ve toplumsal yapısını hicveder. İlki 80’li yıllar ikincisi yakın siyasal tarihimizi. Ütopyadan distopyaya dönüşen iki romandaki ortak başka bir özellik de tıpkı Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt’un başvurdukları gibi hayvanları kişileştirmeleri olayların içine katmalarıydı:
“Herkes özgür olacak, insanlar, tavşanlar, yılanlar diledikleri gibi yaşayacaklar, aralarında tartışacaklardı. ‘Ada için ne düş’ dedi.” (Kudeta, S.138). Her iki romanda da tavşanlarla, tilkilerle, yılanlarla savaşıyordu ada halkı…
Birçok mekânda geçen ütopya türleri var: Ada, kıta, gökyüzü...
En bilinen iki ada hikâyesi Platon’un aktardığı “Atlantis” ve F.Bacon’un yazdığı “Yeni Atlantis”ti. En son okuduğum ada ütopyası (distopyası) ise Bernard Beckett’in “Genesis”i (2006)…
Yakın gelecekteki ütopyaların birçoğu karamsardı ve birer distopyaya dönüşüyordu. En bilinenlerinden arasında H.Wells’in “Zaman Makinası” Aldoux Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”, Cormac McCarthy'nin “Yol” (2006) adlı kitapları da sayılabilir. Her biri aslında post- apokaliptik (kıyamet sonrası bilim kurgu) hikâyeler… Wells’e göre upuzun yıl sonra (800 bin yıl) iki farklı biyolojik ırk gelişiyordu: Yukarı dünyalılar ve yeraltında yaşayanlar (Morlocklar). Morlockların durumu pek iç açıcı değildi. Beckett’in Genesis (Oluşum) adlı romanı da işte böyle bir gelecek öngörüyor: Büyük savaşlar, çevre kirliliği, iklim değişiklikleri, salgın hastalıklar vs. sonucunda bir adaya sığınan insanların kendi geliştirdikleri androidlerle (yapay zeka) karşı karşıya kalışını anlatan felsefik türde bir distopyası...
Son zamanlarda peşpeşe yeniden yayınlanan 3 deniz ütopyası da dikkate değer: “Sürü” (Frank Schatzing), “Kedi Beşiği” (Kurt Vonnegut) ile “Ada” (Aldoux Huxley). Şimdilerde bunları okumaktayım...
Ada ve ütopya konusu İzmir’i aklıma getirdi.
Ve bu da İzmir örneği idi.
Ütopya şehirlerinin çoğu aşırı kalabalık, sağlıksızlık ve pahalılık (yapı malz.) gibi gereksinimlerle tasarlanmıştı. Yaşam koşulları, hava kirliliği, trafikte harcanan zaman ve park ile yeşil alan yoksunluğu gibi nedenlerle de sadece mekanı değil toplumsal yapıyı da yani bir ideal kenti de hedeflemiştir. Bu ideal fikirlerden hiçbiri hayata geçirilmemiş olsa da çoğu uygulanan mimari tasarımlara; prefabrik yapılara, yer altı sığınaklarına, çağdaş metropollere, uydu kentlere vs. esin kaynağı olmuşlardır.
3 kent... Yaşamımda yer kaplamış bu üç kentin hiçbiri benim için ütopya değildi. Geçmiş ve gelecek; kayıplarımız ve beklentilerimizdi bizim ütopyalarımız…