Liberalizm ve kapitalist gelişmelere karşı tepki olarak ortaya çıkan sosyalizm de aslında liberal görüşle aynı felsefi kökenden gelmekteydi. Bu da doğalcı felsefedir. Karl Marks bunu gizlememişti. Sosyalist öğreti geliştirilirken kapitalizmin iç çelişkileri ve kapitalist düşünürlerin fikirlerinden yararlanıldığını söylemiştir. Öte yandan Kant, Hegel, Fichte gibi devletçi Alman düşünürlerinin görüşleri de sosyalizmin bir akım olarak filizlenmesinde etkili olmuştur.
Marks, kapitalizmden sosyalizme geçilmesini, üretim araçlarının mülkiyetinin özel kişilerden yani kapitalistlerden alınıp bütün topluma aktarılması ile siyasal iktidarın burjuvazinin egemenliğinden kurtarılarak işçi sınıfına verilmesini ve proletarya diktatörlüğünün oluşturulmasını önermekteydi. Lenin’in tarihteki rolü ise işçi sınıfının devletle ilgili görevinin devlet mekanizmasını yıkarak proletarya diktatörlüğü kurulmasını göstermek olmuştu.
Marks ile Engels’in birlikte yazdıkları Komünist Partisi Manifestosu’na dayanarak 1918’de yayınladığı kitapta Lenin, devletin kuruluşunda proletarya diktatörlüğünün önkoşul olmasıyla ilgili savı temellendirmiştir.
Marksistlere göre özel mülkiyetli ve sınıflı bir toplumda devlet diktatörlüktür. Devlet yönetici sınıfın bir sömürü aracıdır. Yönetici sınıfa egemenlik sağlayan devletin ortaya çıkışı, ordusu, polisi, hapishaneleri ve çeşitli zorlayıcı kurumları olan özel bir kamu otoritesinin biçimlenmesiyle oluşmaktadır. Proletarya diktatörlüğünün mutlak monarşilerden veya tiranlıktan ayrılan özelliği ise geçici oluşu, toplumsallığı ve sınıfa dayanmasıydı Marksistlere göre.
Sosyalist öğreti, 20.Yy başlarında bilindiği gibi önce tek bir ülkede yani Sovyetler Birliği’nde, sonra da birçok ülkede yeni bir devlete model olurken kapitalist ülkelerin ekonomik ve sosyal yapısına da etkide bulunmuştur. Kapitalizmin gelişiminin yarattığı dengesizlikler, krizler ve büyüyen eşitsizlikler devletin müdahaleci bir görünüm kazanmasına, karma ekonomik sistemin ve sosyal devlet anlayışının yaygınlığına yol açmıştır. Ancak birçok ulusun bir araya gelmesiyle ilk sosyalist denemeyi gerçekleştiren Sovyetler Birliği’nde ise 1980’lerin sonundaki likidasyondan sonra yeni bir yapılanmaya gidildi. 21 Kasım 1991’de hukuken son bulmasından sonra sosyalist birlikten kopan ülkeler bir araya gelerek aralarında yeni örgütlenmeler meydana getirdiler. Eski Sovyetler Birliği’ne bağlı 11 ülke Almatı toplantısında yeniden bir araya gelip Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurmuştur. Sovyetler Birliği’nin tasfiye süreci ile ulus-devlet, ulusal doktrin, milliyetler meselesi gibi konular yeniden tartışılmaya başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden tartışılıp gündeme taşınan milliyetler sorunu konusu hatırlanacağı gibi aydınlanma felsefesi ve modernizmin dayandığı ilkelerden bir tanesiydi. “Ulusal Sorun” başka bir yazı konusudur…
Bilimsel sosyalizmin biraz önce sözünü ettiğimiz üç ana özelliğinin ilk habercisi de yine Fransız Devrimi’nin “sosyal demokrat” Jakobenciliği ile Babeuf’ta biçimlenen “komünist” başkaldırma düşüncesidir. Ancak bu görüşler Blanqui’nin etkisinde önce anarşizm sonra Leninist bakış doğrultusunda işçi sınıfı temelinde gerçekleştirilmiştir.
Fransız İhtilali’ne yön veren, etkileyen Montesquieu’nun ve Jean Jacques Rousseau’nun görüşleridir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde devletin insanlar arasında kollektif iradenin sonucu birliktelik olduğunu ortaya koymuş ve egemenlik kavramına açıklık getirmiştir.