O yeni gelen, O deveyi kaldıran oğlanın sesine benziyordu. O söylüyordu. O söylüyordu da, kimbilir nereden esen yel alıp getiriyordu O’nun sesini…
Yayılmakta olan ata yaklaştı. At kaçmıyordu. Tuttu. Ama buna şaştı da. Bu atı bildi bileli at böyle kolay, böyle gelip hemen tutulmamıştı...
Türküye kulak vererek geriye döndü. Bir yerlere yaklaşıyordu. Yaklaştıkça da türkü büyüyordu. Atın başını çekti. Başını çamlığa doğru çevirince Karacaoğlan’ı gördü. Bir hoş oldu. Birden kendinde olmadan ağzından dökülüverdi, “sen hep dağlarda mı, sen hep…” dedi. Karacaoğlan daha karşılık vermeden oradan uzaklaştı…
O gün bu gündür kıza bir şeyler oldu. Dalıp dalıp gidiyor, belki günde bir kere bir iki dakika ayıkıyor, sanki gündüz hayalinde gece düşünde oluyordu. Sonra günlerden birgün bir türkü sardı ortalığı. Uzak bir türkü, Yanık bir türkü. Sevdalı bir türkü…
Düştü ardına. Hayal içindeydi. Düş içindeydi. Çamlar çimenler, ak bulutlar. Morundan kırmızısına, yeşilinden turuncusuna, sarısından pembesine kadar…
Üst başında kayalıklar vardı. Kayalıklarda ulu çamlar vardı. Billur yeşili bir pınar dökülüyordu kayalıklardan. Türkü kayalıklara doğru çekiyordu onu. O gitti türkü yaklaştı. Türkü kaçmıyordu artık.
Kız korkuyla bir uykudan uyanmanın ürküntüsüyle gözlerini araladı. Kirpiklerinin arasından baktı. Karacaoğlan’ı gördü. Gözgöze geldiler. Bir düş içinde, bir türkü içinde, türkülerin cenneti içinde…
Pınarın yeşil billuru içinde kaldılar biran. Birden kendilerini yan yana, kucak kucağa buldular. Uzun zaman böyle kaldılar. Konuşmadılar. Bir bahar havası, gün aydınlığı, ılık ılık esen bir seher yeli…
Hayran hayran birbirlerinin yüzlerine bakıyorlardı. Sevdanın büyük ateşiyle yanıyorlardı. Biri bir Türkmen beyinin kızı. Birisi de nerden geldiği belirsiz bir aşıktı. İkisini de çeken bir yer vardı. Bir yer. Bir cennet. Bir düş ülkesi…
Kayalıktan bir taş yuvarlandı. Pınardan bir ayak sesi geldi. Kafalarında uğuldayan türkü kesildi. Ayıktılar. Kız Karaca’yı orada bıraktı, arkasına döndü, kayalıklardan aşağı ormana indi.
Pınara su içmeye çıkan çocuk onları görmüştü. Bu allahın belası oğlan da hep bu pınara dadanmıştı. Yine su içmeye geldiğinde pınarın yanındaki bir ağacın altına saklanmış, olan biteni seyretmişti. Sonra ayağının altındaki taş kaymış ses çıkarmış, sevdalıları uykularından, düşlerinden uyandırmıştı.
Çocuk, “vallahi gördüm billahi de gördüm, anam ölümü öpsün ki gördüm, gördüm işte” diyordu da başka bir şey demiyordu. Olanı biteni anlatmak için hızla beyin çadırına koşmuştu. Beyin hanımı “neyi gördün gavurun oğlu söyle, söyle” diyordu…
Birden içeri bey girdi. Çocuk çadırın içinde dönüp duruyordu, “Balpınarı, Balpınarı’nın orada, gözüm önüme aksın ki” diyordu. Kadın çobana bakıp beye, “çocuk Balpınarı’ından yuvarlanmış ta onu anlatıyordu” dedi. Çoban kadının bakışına dayanamadı, kendini çadırdan attı. Ardına bakmadan dağlara koşmaya başladı…
Karacaoğlan’ın yurdu yuvası ormanlardı. Geldi geleli ormanlardan çıkmıyordu. Biri yanına varsa kalkıyor ormanın derinliklerine gidiyordu. Tek başına, yalnız. Torosların en heybetli ormanlarına. Konurdağı’na, Meryemçil Beli’ne, Çiçekdağı’na…
Ormanın kuytusunda türküler söylüyordu, durmadan. Durmadan, coşup coşup duruyordu. Ulaşılmaz bir sevdaya düşmüştü. Bir yanda Türkmenin en ünlü beyinin kızı Elif, bir yanda yersiz yurtsuz Karaca. Olacak işmiydi…
Başını kaldırınca önünde kızı gördü. Kız çoktan beri durmuş onu seyrediyordu. Sonra ellerinden tutup çekti. Bir kütüğün üstüne yan yana oturdular. Kız “kaçalım Karaca” dedi. Ta dünyanın öteki ucuna. Buradan öteki ucuna kadar gidelim. Korkma. Bizim gideceğimiz yere babamın eli kolu yetişmez. Akçadenizin ardına gidelim dedi.
Karaca’nın elini tuttu. Yüreğinin üzerine götürdü. Karacaoğlan da “haydi, haydi” dedi. Şuradan aşağı, şu dağın ardını aşalım. Oradan Akçadeniz gölünün kıyısına varalım Oradan da… dedi.
Akşam fırtına çıkmıştı. Deli Hüseyin meraktaydı. Birden gök delinmiş, yağmur yağmaya başlamıştı. Çadırları sarsıyor, ağaçların dallarını savuruyordu. Hüseyin ne yapacağını şaşırmış içerde dört dönüyordu.