Kapitalizmin şiddet, TV, reklam, imaj, kitlesel tüketim, küreselleşme, özelleştirme gibi öğelerini içermekteydi. 2.dünya savaşından sonra din, devlet, aile gibi kurumlara olan inancın yitirilmesini ifade ediyordu. Bunların dışında belirlenen insan ilişkilerinde geçici ve anlık durumlara işaret ediyordu. Geleceğe olan güvensizlik şimdiyi, anlık olanı kabule zorladı.
Jean F. Lyotard, Jürgen Habermas, David Harvey, Pauline Marie Rousenau, Antony Giddens, Jean Baudrillard gibi adı geçen düşünür ya da yazarlar postmodern teoriyle ilgili yazında sıklıkla referans alındılar. Kiminde Lyotard’da olduğu gibi postmodernizme ilişkin olumsuz bakış kiminde de Habermas’ta olduğu gibi postmodernizmin çeşitli yanlarına ilişkin uzlaştırıcı, olumlu bir yaklaşım vardı.
Örneğin Baudrillard modernizmden kopuşu, A.Giddens modernizmin etkilerinin radikalleştiği dönemi ifade ettiğini savundu postmodernizmin.
Bazı küçük burjuva aydınlar burjuvazinin bürokrasi aygıtına bakarak marksizmin merkezi politikasını çürütmek ve yeni demokrasi alternatiflerinin arayışı içinde marksist solu postmodernizme cephe almakla suçluyorlar. Kapitalizmden kopuk bir olgu ve demokraside olumlu bir aşama olarak görüyorlar.
Burjuvazi yönetilenleri birarada tutmak için toparlanma noktası bulmak zorunda. Post modern terimleri kullanması doğaldır. Ancak kullandığı çoğulculuk, çok renklilik, hiyerarşi yokluğu gibi kavramlar ilizyondan başka bir şey çıkmadı.
Postmodernizmde çokkültürlülük söyleminin nedeni küreselleşme politikasının gereği olarak kültürel farklılıkları küresel pazara uydurmak ve tekelci kapitalizmin sürekliliğini sağlamayı amaçlıyor olmasıdır.
Modernizmin ileri aşaması post modernizm ise kapitalizminki küreselleşme idi. Yani emperyalizmdeki yeni aşama.
Ortaçağın felsefesi tanrı merkezliydi. Modernizm insan merkezli. Postmoderniteye egemen olan düşünce ise çok merkezli gibi görünen meta merkezcilik ya da merkezsizlik.
Günümüzün filozofları postmodernizmi yozlaşan modernizm olarak tanımlandırıyorlar. Sömürgecilik fiziki işgaldi, modernizm kültürel işgal. Postmodernizm ise insanlığa ait herşeyi ele geçiriyor; kimlikleri, tarihi, geleceği, varoluşu...
Çünkü uluslar arası sermayenin çıkarlarına hizmet eden globaliter devlet yapısı gelişiyordu. Ulus ötesi sermaye, coğrafyaları kolayca yönlendirebileceği yerel bölgelere ayırdı. Yerel örgütlenmeleri de politikasına uydurup, biçimlendirdi. Yeni teknolojik gelişmelere ve değişen kapitalist üretim ilişkilerine bağlı olarak bugün insan odaklılık tüketim odaklılığa dönmüştür. Çok uluslu şirketlerin felsefesi ise tüketim odaklılıktır.
Marks’ın 1845’te Engels’le birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi” adlı kitapta belirtildiği gibi kentler farklı grup ve insanların çıkarlarıyla ilgili bitip tükenmek bilmeyen çatışma alanı olmuştur. Başta Marks, Weber, Durkheim olmak üzere düşünürler doğanın ve çevrenin yokedilmesinin en önemli unsuru olarak tüketim hırsına dikkat çekiyorlardı.
Postmodernizm sınıfların konumlanışını da etkilemiş ve ideolojik sonuçlar doğurmuştur. Sovyet sosyalizmindeki likidasyon sürecinden sonra yaygınlık kazanıp popüleritesi artan postmodernizm marksistlere göreyse kapitalizmin hegemonyasını sürdürme aracı, çözümsüzlüğünün ürünü gerici bir burjuva ideolojisiydi.
Faucault, 19.yy’ı zaman-tarih çağı, 20.yy’ı mekan çağı olarak niteliyordu. Kapitalist sistem mekanları araç olarak kullanıyordu. Herşey bir ekonomik değer olarak görülüyor, mekan da metalaştırılıyordu. Ve ondan maksimum sermayeyi yaratması isteniyordu. Temel hedef sınırlı mekanda sınırsız üretim sağlamaktır. Şehirlerde boş ve sermaye değeri olmayan alan bırakılmamıştır.
Kentler kapitalist sisteme göre kurgulanmıştır. Fordist ya da Taylorizm yani “bant üretimi” üretim tarzlarına hız kazandırmıştı. Üretim biçimine göre planlanan kentlerde yaşayanlar için standart bir yaşam düzeni ve herkesin birbirine benzediği bir üst kimlik tanımlanıyordu.
1980’lerde bunalıma düşen modernitenin yeni bir oluşum gibi sunduğu strateji aslında sistemin uğradığı arızayı düzeltmek için geliştirdiği modernizmin daha radikalleşmiş biçiminden başka bir şey değildi.