Altı yıl önce Edirne’de hukuk üzerine düşüncelerini kaleme almıştı. Herkes için uygulanacak, herkes için geçerli olacak yasaların gerekliliğinden sözettiği bu yapıtında, hukukçunun yani fakihin yasaları derinliğine kavraması gerekliliğinden sözediyordu. Fakih, yasaların sözüne değil özüne eğilmeli, yöneticilerin etkisi altında kalmamalı, yalnızca yasanın özüne ve vicdanının sesine kulak vermeliydi.
Daha önceki yetkililerin aldıkları kararları yineleme yerine ortam ve koşulları göz önüne alarak bir karara ulaşmalıydı. Bedrettin görüşlerini, topladığı çok sayıdaki fetva ile doğrulamayı da unutmamıştı. Dönemin bilim dalı olan Arapçayla yazılmış bu kitabına “Letaif–ül İşarat” adını vermişti. Ancak bu kitap Osmanlı ulemasıyla acemi medrese öğrencilerinin anlayabileceği bir kitap değildi.
Bu amaçla teshile koyuldu. Çünkü gençlerin “Letaif-ül İşarat”ın özüne uygun davranabilmeleri ve kitaptaki ilkeleri hayata geçirebilmeleri için her şeyden önce onu çok iyi anlamaları, kavramaları gerekiyordu.
Sultan Beyazıt’ın oğlu Musa Çelebi, kardeşi Süleyman Şah’ı Edirne’de tahttan indirdikten sonra başa geçmiş ve Bedrettin’den devletin her yanında herkese eşit olarak uygulanacak yasalar koyması için kazasker olmasını istemişti.
Ama baskı yalan demek olan iktidarın bütün makamlarını ömrünce reddeden Bedrettin, Musa Çelebi’nin önerisini biraz düşündükten sonra kabul edivermişti. Bedrettin için Musa Çelebi gibi adil bir hükümdar biricik bir umuttu. Ancak Musa Çelebi de canından olmuş yerine tahta kardeşinin katili olan Mehmet Çelebi geçmişti.
Bedrettin ise şimdiki hükümdarda bütün umutlarını kesmiş biri olarak bir yılı aşkın bir süredir İznik’te sürgünde bulunmaktaydı.
“Letaüf –ül İşarat’ı yalınlaştırmak için yazmaya karar verdiği, bu amaçla da adını teshil yani kolaylaştırma koymayı düşündüğü ikinci kitabını tamamlayamadan her şey altüst oluvermişti. Bir gece ancak İznik’e geldikten 1 yıl sonra tamamlayabilmişti o ikinci kitabını.
Yüreğini yakan kahredici sızıya dayanamamış ve gecenin bir vakti tekkeden çıkıp kale duvarlarının oraya, göl kapısına gitmiş ve düşünceye dalmıştı.
Peki, şu olmayan şey olsaydı ne olacaktı diye sormuştu kendine. Ne mi olacaktı, Musa dönemi halkın ağır bir yükten kurtulup rahat bir soluk aldığı dönem olacaktı diye düşündü.
Oysa baskıdan, zulümden kurtulmak, rahatlamak için ona göre yetmiyordu. Yasalar önünde eşit olmak, gerçek yaşamda da eşit olmak anlamına gelmiyordu. Bir timara sahip olsa bile sıradan biriyle, örneğin bir beylerbeyi eşit olabilir miydi ya da timar sahibiyle onun toprağını işleyen aşarcı bir köylü yasa önünde eşit olsalar bile ne değişmiş olurdu. Yüzyıllardan beri dönüp durmakta olan bu zulüm tekerleğinin dönüşünün yavaşlatılması, baskının hafifletilmesi her şeyi değiştirmezdi. Baskı ve zulüm yokedilmeliydi.
Son yıllardaki gelişmeler zulmün yokedilmesi için ne yapılması gerektiğini çok iyi anlatmıştı Bedrettin’e. Ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyordu Bedrettin ama bu işin nasıl yapılacağını, nasıl başarılacağını ancak Göl kapısının üzerinde durduğu o erken sabah saatinde bulmuştu.
Avlu kapısını açıp tekkeye girdi. Her şeyi ayrıntılarıyla inceden inceye düşünmeliydi. Ancak ondan sonra öğrencileriyle özellikle bugün yarın İznik’e gelmesini beklediği Börklüce Mustafa’yla tartışmalıydı. İşin bundan sonrası için arkadan gelecek tehlike çok, pek çok büyüktü.
Yüreği sevecenlikle dolup taştı. Bütün sevecenliği kendilerini sonuna dek ona adamış insanlaraydı. Yıllardır kendisini izleyen insanlaraydı bu sevecenlik. Onlarsız kendisi bir hiçti hakikatse bir ölü. Çünkü hakikat ancak insanlar aracılığıyla varolurdu. Tıpkı şu anda İznik’in Yakup Çelebi tekkesinin yemek odasında oturmuş olan şu insanlar gibi.
Bedrettin gecenin nemiyle ağırlaşmış çuha perdeyi kaldırıp yemek odasına girdi. Hepsi ayağa kalktılar. Başları önlerindeydi. Bedrettin oturun gibilerinden işaret yaptı. Çok önemli bir gündü bugün çok önemli şeyler yapacaklardı.
Bedrettin gözleriyle bütün odayı ağır ağır taradı sanki ilk kez görüyormuş gibi her müridi üzerinde tek tek durdu.