Rousseau toplumlar kalabalıklaştıkları için Eski Yunan sitesindekine benzer doğrudan demokrasi biçiminin, kararlara doğrudan katılımın ve eşitliğin ancak oybirliği ve temsilciler yoluyla sağlanmasından yanaydı. Güçler ayrılığı düşüncesini ortaya atan Montesquieu ve Emmanuel-Joseph Sieyès gibi düşünürler ise yönetimde soylularla birlikte burjuvaların yer aldığı ılımlı bir anayasal monarşiyi savunuyorlardı.
Kısaca öncelik ve ilkelerine baktığımızda, klasik ya da liberal demokrasi özgürlük ve katılım, Marksist demokrasi bağımsızlık ve kurtuluş, modern yani sosyal demokrasiler de temsil içermektedir.
1789 insan hakları bildirgesi iktidara karşı bireyin haklarını genişletme yanlısı bireyci ve burjuva özgürlük anlayışını yansıtan bir belgedir.
Temsili demokraside halk temsil etme yetkisini parlamentoya ve vekillere veriyordu. Sınırlı temsil ulusal egemenlik teorisiyle yerini toplu temsile bırakmıştır. Artık halkın siyasal iradeye sahip olup olmadığı veya iradesinin ne kadar yansıtılacağı sorunu büyük topluluklar söz konusu olduğundan genel oy ve siyasal partilerin konusuymuş gibi görünüyor. Yani siyasal partilerle demokrasiyi sağlama durumuyla karşı karşıya kalındı.
Bu Montesquieu görüşlerine yakın bir yaklaşımla burjuva toplum örgütlerinin ya da seçkinlerinin veya baskı gruplarının temsil edilmeleri demek. 18.yy’ın burjuvazisi açısından ulus-halk kavramı herkesi içeren soyut bir ifadeydi. Yani halkı oluşturan bireylerin birbirlerinden farkı olmadığı düşünülüyordu. Amaçlanan da aslında bu yaklaşımla halkı yönetmekti. Tabii iktidarı da halktan korumak. Oy hakkı bile tanınmamıştı halka. Jean-Jacques Rousseau’nun halk egemenliği kavramıyla geniş halk kitleleriyle gerçek halk arasındaki boşluğu sembolik olarak dolduracak oy hakkı tanınmıştır.
Oysa 1789 burjuva insan hakları bildirgesi Rousseau’dan çok direktuvar üyesi burjuva sınıf temsilcisi E. Sieyes’ten etkilenmiş ve egemenliği doğrudan doğruya halka değil millet tüzel kişisine tanımıştır. Böylece burjuvaziye egemenlik sağlanmıştır. Yani Fransız Kurucu Meclisi halk kavramını soyutlaştırmıştır. Millet kavramı ise “yaşamış ve yaşayacak kuşakları içine alan, uzak geçmişten sonsuz geleceğe doğru sürüp giden, kendisini teşkil eden gerçek kişilerden ve onların iradelerinden ayrı, kendine özgü bir kişiliğe ve iradeye sahip olan bir tüzel kişilik” olarak kabul edilmektedir. Halkı da kapsayan ama halkın üstündeki bir tüzel kişilik...
Bu anlayış sonucunda halk adına kanun yapanlar millet temsilcileri sayılacak ve bağımsızlaşacaklar halkın çoğunluğunu temsilden de yoksun bırakacaklardı. Açıkça burjuva egemenliğinin meşruluğu demekti bu...
Bu açıdan da getirdiği haklarla bu bildiri bir hukuk belgesinden çok bireyci dünya görüşü ile felsefesini yansıtan belge niteliği taşımaktadır.
Jakobenlerin ise egemenlikle ilgili tutarlı görüşleri yoktu. Demokrasiye bakışları burjuva koşullarının zorlamasıyla değişen sosyal demokrasi denemesine benzer küçük burjuva ve kaypak bir demokratlıktı. Gracchus Babeuf ise başlarda Jakobenizme bağlı olmakla birlikte eşitlik ilkesine yeni bir yorum getirerek Babuvizmin temellerini atmıştır. Babeuf’a göre yasalar önündeki eşitlik şekli eşitlikti. Gerçek eşitlik ise “üretimden eşit pay almak” demekti. Marks kollektif mülkiyeti savunan Babeuf’u kapitalizmin azgınlaşmadığı dönemden bir bilimsel sosyalizm habercisi olarak kabul etmiştir.
Devletle ilgili uluslararası hukuk düzenlemelerine bakalım biraz da...
Devletin doğmasından sonra dört unsur biraraya geldiğinde devlet kavramı ortaya çıkıyor. Devletler de ortaya çıkarken büyük mücadeleler veriyorlar. Asli doğanlar dışında fer’i doğan devletler başka devletlerin zararına doğuyorlar.
Devlet ister asli, ister fer’i doğsun, uluslararası tanınma yani enternasyonal unsur gerçekleşmeden diğer devletlerle ilişkilere girmesi güç oluyor.