Ve Karaburun görünmüştü. Karaburun ya da Rumun Stilyarion dediği Karaburun. İzmir körfezinin girişinde kurulmuş o çevrenin adı da olan üç yanı deniz ardı dağlarla kaplı Karaburun.
Bu bölgeye ancak gür ormanlarla kaplı daracık darboğazlarından ulaşılabilirdi. Kıyıdaki Rum köylerinden yamaçlardaki Türk köylerine kadar bütün köyler Dedesultan’ın elindeydi. Bölgede ne kadar mültezim, muhafız, korucu, kolcu, beyadamı, Osmanlı askeri varsa tümü kovulmuş, dağ geçitleri sıkı sıkıya tutulmuştu.
Erzak dağlardaki mağaralarda depolanıyor, silahlar da mağaralarda oluşturulan depolara konuyordu. Hayvanlar ortaklaşa sürülüyor, her köyün kadınları toplanıp sürülerden sağdıkları sütlerle yoğurt, yağ, peynir yaparak bölüştürüyorlardı. Balıkçıların avladıkları balıklar herkese paylaştırılıyordu.
Bütün köylerde ve kasabaların mahallelerinde kurullar oluşturuluyor, seçimle işbaşına gelen bu kurullar sorunları çözüyorlardı.
Karaburun’u yönetenlerin başında Şeyh Bedrettin’in müridleri bulunuyordu. Mürit Börklüce Mustafa şöyle dedi:
“Ağalar, beyler, voyvodalar, prensler zenginliklerini birbirlerine gösterip övünmek için gösterişli giysiler giyer, bu giysilere birbirinden güzel taşlar takıp takıştırırlar. Bizde ise herkes birbirine eşittir. Rum, Türkmen, Müslüman, Hristiyan… Kim balıkçı kim rençber, kim nefer kim nefer ağası, kim ast kim üst, kim kumandan kim asker giysilerden değil akıldan, fikirden anlaşılır. Bizim birbirimizden farklı elbiseler giymemize gerek yoktur. Canı başı hak yoluna, hakikat yoluna adamışlara biz bir giysi düşündük. Tek parça kumaştan kesilmiş bir kumaştır bu… Yarın, kadın erkek demeden yakınlarını başına toplayıp konuştuklarımızı anlatsın. Haydi herkes işbaşına.”
Aydın ve Saruhan topraklarındaki bütün köy ve kentlerde oturan yoldaşlara tez elden atlılar çıkarılmasını kararlaştırdılar. Ulakların ileteceği haber şuydu: Bundan böyle kimse Osmanlı beylerine, valilerine haraç, asker vermeyecektir. Her köy her kasaba temsilcilerini Karaburun’a gönderecektir. Gayri Vakit irişmiştir. Gayri zalimlerin zulmüne son verilecektir…
Artık Kızıldere koyağında kurulmuş kampta dörtnala koşturulmuş atlar gibi ter içinde kalmış askerler talim yapıyorlardı. Şimdi köylülerin tümü savaşmak istiyor, yıllar yılı kendilerini aşağılamış düşmandan öç almak için can atıyorlardı. Karaburun’da olan bitenler İznik’e Şeyh Bedrettin’e ve Manisa’ya Torlak Kemal’e bildirilecekti.
“Aç gözünü gafil olma
zulümlerden korkar olma
Şeyh’in yolundan şaşma
Ödeşme günü geldi”
diyordu yoldaşlar. Ve ödeşme günü geldi. Haydi kardeşler dediler. Haydi hep beraber dediler. 1416 yılının sakin bir ilk yaz gecesi… Cenk başladı. Okçusu, zırhlısı beşyüz sipahi ve iki bin yaya askeriyle Osmanlı askeri üzerimize geliyor dedi müridler. Ne düşman pusuları ne yalçın dağlar ne de denizlerin kapkara suları hakikat için engel değildir dedi Dedesultan.
Sarp kayalarda savaşçılar önce düşmanın yaklaşmasına izin verdiler. Ardından yağmur gibi taş ve ok yağmaya başladı. Müridlere ilk savunma hattını terk eden taş fırlatıcılar ve okçulardan başka yüz Türkmen katılmış bulunuyordu. Daracık tutulan geçiş yerlerinden teker teker üstelik atlarını yan çevirip geçmek zorunda kalan Osmanlı süvarisini avlamak hiç zor olmadı. Düşman bitmez tükenmez biçimde geçiş yerine sokulmaya devam ediyordu. Müthiş öfkelenmişti Osmanlı, üstelik arkadakiler de bastırıp duruyordu.
Yaya gulamlar birbirlerinin omuzları üstünde yükselerek duvarı aşmayı denedilerse de okçular, taşçılar ve Türkmenler için kolay bir av olmaktan öteye geçemedi çabaları. Yaralıların çığlıkları, küfürler, taşların altında ezilenlerden yükselen haykırışlar, at kişnemeleri, nal sesleri, kılıç kalkan şakırtıları savaş davullarının gümbürtüsüne karışmış, müthiş bir uğultu halini almıştı.
Güneş dağın ardında yitmiş, boğaza hızla alacakaranlık çökmüştü. Dedesultan’ın savaşçıları düşmanı çember içine almışlardı. Safları bozulmuş Osmanlı askeri perişan durumdaydı. Bu sırada Karaburunluların arkasında bir atlı göründü. Mızrağının ucunda kanlı bir sarık ve kesik bir kelle sallanıyordu.