Yıllar geçti. Şeriat yasalarının özünü değil de sözünü uygulayanlar, hem de en yüzeysel, en biçimsel anlamda uygulayanlar onu kendileri için hergün biraz daha tehlikeli bulmaya başladılar. Bunlar şer’i yasaların yorumlanabileceğinin akıldan geçirilmesini bile sapkınlık olarak niteliyorlar, bu dünyayı nicedir terk edip gitmiş olmalarına ve o zamanlardan bugüne koşulların yüzseksen derece değişmiş olmasına karşın vaktiyle kendilerine “mutlak otorite” denilen kişilerce konulmuş kaidelere tartışmasız uyulmasını istiyorlardı.
Din ve ahlak kurallarına mantığa uygun bir biçim verme konusundaki her girişimi kafirlik olarak niteleyenler de bunlardı. Dogmatizm, inancı iğdiş ediyor, içeriğini boşaltıyor ve onu boş birtakım ayinler düzeyine indiriyordu.
Resmi ideolojinin temsilcisi olan din adamları için şeriat bilgisi, dünya nimetlerinden yararlanmanın bir aracıydı. Ve bunlar sık sık otoritelere göndermeler yapıyorlar, onların şeriat üzerine yazıp söylediklerini yalnızca kendilerinin biliyor olmasını maddi çıkar konusu yapıyorlardı. Oysa Bedrettin, eşitliği, kardeşliği yücelten, yüceltmesi gereken din adına baskının, yalanın, zulmün, ikiyüzlülüğün kutsallaştırıldığına tanık olarak kitap üstüne kitap yazıyor, bilimsel tartışmalara katılıyor, geleceğin hukukçularını yetiştiriyordu.
Yalnızlığın acısını da çok duymuştu Bedrettin. Yalnızlık çekmesi, kentin en yüksek tepesi üzerine kurulmuş, çevresinde aşılmaz duvarlar yükselen saraylarda yaşamasından değildi bir tek. İktidar çevrelerine yakın oluş kişiyi halktan uzaklaştırıyordu. İktidar ne kadar güçlü, doruktakiler ne kadar yükseklerdeyse, yalnızlık rüzgarı da o kadar insanın içine işliyor iliğini kemiğini donduruyordu. Ama iktidarın doruklarına yakınlaşmış olmasından dolayı değildi Bedrettin’in yalnızlığı.
Bilimin doruklarına yaklaşmış olmasındandı. Düşünsel planda öyle uzaklara gitmişti ki bu düşüncelerini paylaşacak hiç kimsenin kalmadığını fark ediyordu çevresinde. Çünkü bilimi ekmek teknesi gibi görenler için tam bir başbelasıydı Bedrettin…
Sonra ünlü eseri Varidat’ı yazmıştı. Şeyh Bedrettin müridlerine şunları öğretmişti. Hakikat bize eşyanın doğasında olan şeyi yapmamızı buyurur. Her varlığın doğası hakikatin ondaki suretinden başka bir şey değildir. Bu insanda irade yoktur anlamına gelmez. İnsanda irade vardır. Yalnız ben istediğimi yaparım, istediğimi yapmam demeyi irade sanırsan aldanırsın. Cahiller ve yarım akıllılar bunu böyle sanırlar. İrade demek, olamayacak olandan ayırabilmek, buna göre davranmak demektir.
Bedrettin öğrencileri bu sözleri bir yere not etmiş, bu sözler Varidat’a girmişti. “İrade demek, eşyanın gerçek doğasını anlamak demektir” diye yineledi Börklüce Mustafa. Ve bu sözleri yinelemesiyle üzerinden dağ gibi bir yük kalkmıştı. Suçlu falan aramaya gerek yoktu. Çünkü suçlu yoktu. Yapılması gereken şey, olabileceği olmayacak olandan ayırmak ve ona göre davranmaktı.
Neden kendine bir yer beğenemiyorsun diye sordular müridler Dedesultan’a. Biz de biliriz ki hangi dinden olursa olsun bütün insanlar kardeştir. Ve de kardeş kanına girmek bayağılıkların en bayağısı bir iştir. İki kişi beş kişiyle kapışmışsa gerçek yiğidin yeri iki kişinin yanıdır. Bu dürüstlüğün, mertliğin gereğidir. Peki ya bir de silahsız insanların üzerine yürünmüşse? Hele hele bu silahsız insanların hakikat diye keşfettikleri birşeyin ardında yürümekten başka hiçbir suçları yoksa?
Ellerimizi göğsümüzde kavuşturup bu insanların canavarların yırtıcı pençeleri altında nasıl canverdiklerini seyir mi edeceğiz? Bu mudur yiğitlik? Eğer buysa, hak diye hakikat diye tutturduğumuz bu şeye tükür gitsin…
Müridler baktı, Börklüce Mustafa’nın artık herkesçe bilinen adıyla Dedesultan’ın da yüzünde geniş, aydınlık bir gülümsemeyle baktığını gördüler…
Gök baştanbaşa yıldızlarla kaplıydı. Havadaki nemden kimi zaman sürüler halinde uçar gibi görünüyordu yıldızlar. Kimi zamansa durmadan göz kırpıyorlardı.
Hesapları şuydu. İnus ve Goni Adaları arasından hızla geçerek Karaburun ‘u dolaşmak ve yarımadaya iyice yaklaşınca yoldaşları karaya çıkarmak, yükü de şafaktan önce teslim etmek.
Işıkları yakmamışlardı. Kıyıdaki her kayada gözü kulağı vardı Vali’nin. Ne ninni söyler gibi fısıldaşan dalgalar ne tertemiz, pırıl pırıl gökyüzü tedirginliği söküp atamıyordu. Yoldaşlar öbür teknede, yükün hepsi bu teknedeydi. Kilim ve koyun postu denkleri, içleri yıllarca dayanabilecek en seçme buğdayla dolu adam boyunda küpler, birinin içi aybaltalarla öbürü el yapısı kalkanlar, kısa kılıçlar, kundaklı oklarla dolu iki büyük hurç.