Bugun...


Tamer UYSAL

facebook-paylas
İznik sürgünü -2- 30-12-2020
Tarih: 30-12-2020 09:41:00 Güncelleme: 30-12-2020 09:41:00


Besbelli buna cesaret edememişlerdi. Bedrettin’i İznik’e süren Sultan, tutsağının her hareketinin izlenmesini buyurmuş, kendisine de üç bin akçe aylık bağlatmıştı. İktidarı ele geçirdikten sonra belki Mehmet Çelebi gibi yemininden dönüp kardeş katili olan birisi için hiçbir şey bağışlayıcı, haksever, dindar görünmekten daha önemli değildi.

Bedrettin gibi kitapları tüm İslam dünyasının hukuk alimlerinin elinden düşmeyen, adı Kahire ve Semerkand’ta saygıyla anılan, yüksek ulemaya mensup bir insanın başını vurmak, çeşitli ülkelere dağılmış sayısız yandaşı, müridi bulunan, ünü tüm İslam alemini tutmuş bir şeyhi zindana kapatmak kulların padişahın hakseverliklerine duydukları güveni sarsabilirdi…

Kalın bir kütle olarak duvar dediğin nedir ki diye düşünüyordu Bedrettin. Oysa bakışlarıyla alabildiğine kalın bir zaman tabakasını, yüzyılların ötesini tarıyordu O.

Bir yıldan uzun bir zamandır dört duvarın arasında oturup duruyordu işte.

1415 yılının bir Eylül sabahında yine o kendine sığınak olarak seçtiği Yakup Çelebi tekkesine doğru ilerliyordu. Bir yanını ta çatısına kadar asmaların kapladığı eski fırını gerilerde bırakıp Yenişehir kapısına uzanan yola çıktı. Yakup Çelebi tekkesi bu yol üzerinde, Süleyman Paşa Medresesi’nin hemen yanındaydı. Bu tekkede Bedrettin ve öğrencileri küçük bir yemek odasıyla dersler için ayırdıkları iki odadan ve yarım daire biçimindeki avlunun çevresine dizilmiş hücrelerin yarısından yararlanabiliyordu. Bedrettin, güzel havalarda öğrencilerinden kendine en yakın bulduklarıyla, evrenin gizleri, gerçeğe ulaşmanın zorluğu, çeşitli halkların töre ve inançlarındaki farklılıkların nedenleri gibi konuları tartışarak avluda dolaşmayı severdi.

Çiçekliklerde güller kokuyordu. Bizanslı yontucuların yapıtı olan mermer bir havuzun çevresine dizilmiş aslanların ağızlarından fışkıran sular tatlı bir şırıltıyla havuza dökülüyor, buna pencerelerin hemen üstünü yuva tutmuş kırlangıçların cıvıltıları karışıyordu.

Öğrenciler ağır ağır dolaşıyor, inanç, tanrı, hakikat, şeriatin sınırları, mukadderat üzerine usul sözcükler duyuluyordu. Tanrı adına, saf bilim adına yüz çevirmiş düşkülü menkup alimin mütevazi tekkesinde sonsuz bir huzur ve barış hüküm sürüyor gibiydi.

Oysa iki aydır yalnızca Osmanlı devletlerinde değil belki de bütün dünyanın yazgısını değiştirebilecek fikirler olgunlaşmaktaydı bu küçük tekkede. İki aydır bir sürü derviş, bir takım yabancılar daha sık uğrar olmuşlardı tekkeye.

Saçları sakalları, kaşları bıyıkları kazınmış cavlaklar, üzerlerinde tepe kısmı kukuletayı andırır boz çuhadan abaları, kuşaklarına bağladıkları ve sadaka toplamakta kullandıkları hindistan cevizi kabuğundan ya da bakırdan maşrapalarıyla kalenderiler, kuşaklarına sokulu kılıçları ve mızrak gibi sivriltilmiş sopalarıyla cengaver abdallar, omuzlarında ikili toprak dümbelekleri, parmaklarında zilleriyle atlı torlaklar, bez bir kılıfın içindeki sazlarıyla aşıklar.

Tekkeye uğrayanlar arasında Araplar, İranlılar, Türkmenler, Valahlar, Bulgarlar, Ermeniler, hatta Yunanlılar bile vardı. Dört bir yandan, dağlar denizler ardından, Halep’ten, Kahire’den, Ankara’dan, Bursa’dan’ Edirne’den, Silistre’den, Manisa’dan, Aydın’dan Şeyhin adını duymuş, ona gönül vermiş insanlardan haberler getiriyorlardı. Yol yorgunluklarını atıp biraz dinlendikten ve şeyhleriyle oturup konuştuktan sonra güvenilir adamlar toplamak, şeyhin bilim gücüyle eriştiği hakikati, hakikatin kelamını aktarmak göreviyle ya geldikleri yerlere ya da başka diyarlara doğru yeniden yola çıkıyorlardı…

Bu sıralarda Sultan Beyazıt’ın Ankara önlerinde Aksak Timur önünde bozguna uğraması devleti perişan etmişti. Timur istilasının yangın yerine çevirdiği Şam, Bağdat, İzmir, Bursa, Sivas gibi kentlerde insanlar ellerinde avuçlarında ne varsa yitirmişler, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Timur çekip gitmiş ama istila ettiği toprakların başına birer bey bırakmayı da unutmamıştı.

Beyler, mirasçılar, halefler arasında kanlı kavgalar sürüp gidiyor, ekinler yakılıyor, köyler boşalıyor, kentler yerle bir ediliyordu. Halk artık bıkıp usanmıştı…

Tekkeye gelen dervişlerle konuşmak, onların getirdikleri haberler üzerinde düşünmek, kavradığı, anladığı, bildiği her şeyi öğrencilerine aktarmak, onların görüşlerini almak Bedrettin’in bütün bir gününü alıyordu. Okumak ve yazmak içinse bir gece kalıyordu.

 



Bu yazı 451 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Linkedin RSS
YAZARLAR
GAZETEMİZ

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
YUKARI