1415 yılının Eylül ayının 28. günü. Ağır bir uykunun dona kalmışlığından silkinip uyanırcasına İznik Kalesi üzerinde ağır ağır güneş doğuyordu.
Daha biraz önce, ayaklarının dibinde uzanan göl gökyüzünü baştan aşağı kaplayan bulutların rengini almıştı. Bir o yana bir bu yana sallanan kamışların hışırtısından başka hiçbir ses duyulmuyordu.
Derken dört bir yandan minarelerden yükselen müezzinlerin sesleri duyulmaya başladı. Şimdi Ufuk Çizgisi üzerinde solgun bir leke gibiydi güneş. Ta geceden gümüş karınlı sazanlarla dolu kamış sepetlerini sulardan çeken balıkçılar yüzlerini güneydoğu yönüne çevirip küçük aralıklarla saflara durdular.
Yüzleri solgun şafak ışığının altında yeşilimsi sarı gibi görünüyordu. Çevresi bataklığa kesmiş İznik’te pek çokları gibi onların da sıtmaya yakalandıkları anlaşılıyordu.
O da diz çöktü. Ellerini soğuk döşeme taşları üzerine koyup secdeye vardı. Burada İznik kalesinde taşların bile gözü kulağı vardı. Dinin gereklerini yerine getirmeyen birinin adı sapkına zındığa çıkardı.
Her zaman olduğu gibi herkesle namaza durduğu şu anda bütün tinsel güçlerini hayatının büyük amacına o en önemli şeye yöneltmişti…
Kulak tırmalayıcı bir metal şakırtısı duyuldu. Nöbetçi göl kapısının sürgülerini açtı. Kente giren köylülere alabildiğine kaba bir biçimde çıkışarak sepetlerini, zembillerini karıştırıyordu. Kalkan, yelme, silah şakırtıları duyuldu.
Nöbetçi çavuş elini köylülerden birinin sepetine daldırıp iri yağlı bir sazanı çekip çıkardı, elini sepetin üstünden aldığı bir tutam otla sildi. Sonra başını kaldırıp Bedrettin’e baktı.
Mevkiini ve itibarını yitirmiş ulemadan tutsak yerinde mi diye bakıyor besbelli diye düşündü Bedrettin.
Sinekler için vızıltı neyse, egemenler için de demir şakırtısı oydu. Her zaman egemenliğin ayrılmaz bir parçası, onun simgesi olmuştu, demir şakırtısı.
Nöbetçinin kapı sürgülerini açarken çıkardığı ses ruhunda derin bir sızıyla yankılandı. Sanki uzun yıllar içinde alışıp gitmişti bu sese. Küllerle örtülmüş bir köz yüreğini yakan, bilincini ışıtan bir ateş tutuşturmuştu. Artık her şey açıktı. Anlıyordu. Vakit gelmişti.
Yüzünde tek bir kas bile oynamadı. Sakin bir şekilde sarığını düzeltti. Mavi şeritli koyu renk cüppesinin eteklerini daha sıkı kapadı. Kulenin karanlığına girdi. Merdivenlerden inmeye başladı. Nöbetçiler ve onların ardında kente girmekte olan köylüler, balıkçılar eğilerek kendisini selamladılar. İnsan yüzlerini açık bir kitap gibi okumayı bildiğinden, onların bu saygılarından korkunun ve lütuf dileğiciliğinin bir arada bulunduğunu anlaması zor olmadı. Dıştan duyulmaz, gizli bir hüzün uyandırdı bu onda.
Selamlara sessizce karşılık verip ıslak taşlar üzerinde kaymamağa çalışarak adımlarını kente doğru hızlandırdı…
Kent uyanmıştı. Evlerin avlularından çeşitli sesler yükseliyordu. Yaşlı bir Rum kadın çocuklara çıkışıyor, bir kuyu çıkrığının gıcırtısı duyuluyor, takunya tıkırtıları geliyordu. Ocaklarda yakılan tezek ateşinin dumanları usuldan yükselmeye başlamıştı.
1415 yılı Eylül ayının bu asık yüzlü sabahında kendisi tepeden tırnağa sabırsızlık ateşleriyle yanarak tekkesine doğru yürürken, İznik halkı tıpkı güz sinekleri gibi cansız, gevşek, hüzünlüydü. Hatta yorulmak bilmeyen çocukların çıngıraklı sesleri bile gölden yükselen nemle ağırlaşmış havada, boğuk ve sevinçsiz gibiydi.
Elli beş yaşını artık gerilerde bırakmıştı Bedrettin. Bir yıldır dört duvarın arasında oturup duruyordu. Ama zihni hiçbir zaman bu kadar açık ve özgür ruhu bu kadar olduğunca derinlerini ele verir olmamıştı.
Dünyaya geliş amacı, o büyük amaç ki üstesinden bir tek kendisi gelebilirdi. İnanç ve bilim erlerinden hiçbiri gerçeğin ışığına böylesine yaklaşmamışlardı. Kimisi gerçeğin karşısında durmuş ve kamaşıp kör olmasın diye gözlerini kapamıştı. Kimi de kendini gerçeğin ateşi içine atıp dünya için bir şey bırakmadan yok olup gitmişti.
Oysa Bedrettin kendini İznik’e süren Sultan’a inat susmayacaktı. Osmanlı topraklarının yeni egemeni onu satın alamayacaktı.
Çelebi’ye kalsa Bedrettin’in başı çoktan uçmuş olacaktı ya da bir zindana tıkılıp kalacaktı.