Yok olmak değil, yok sayılmak çok kötü…
Acı çekmeniz değil, acı çekmenizin umursanmaması çok kötü…
Dürüstlük değil, dürüstlüğün cezalandırılması çok kötü…
Riyasızlık değil, açık sözlülüğün yanlış yorumlanması ve yargısız infazlarda cezalandırılmanız çok kötü…
Daha yazmakla bitmez bu liste!
Ne TC Hapishanelerini doldurup taşırmış fikir suçlularının (dinlenmeden, konuşturulmadan, konuşmalarına izin verilmeden tutsak edilenler) sesiyiz, ne de insan yerine alınmıyormuş gibi yok sayılan toplumun sancılı sitemiyiz…
Bu yazı sadece bir kıyaslama… Teşbihte hata olmaz derler ya, benimkisi de içsel bir benzetme…
Nefes aldığımız her an, belli bir düzenin, sistemin ve bilinmezin içinde yaşıyoruz. İktidar tarafından yok sayıla sayıla, bu toplumda var mıyız yok muyuz, ya da evrensel normlara göre adil olmayan davranışlara, kararlara karşı nasıl sesimizi duyurabilir diye düşünmekten, çareler aramaktan, çözümler bulmaya çalışmaktan yapmamız gerekenlere bile doğru dürüst odaklanamıyoruz. Bolca hakarete uğrayıp öteleniyoruz, ötekileştiriliyoruz ve sonuçsuz bırakılıyoruz. Söz hakkı verilmeden, yok sayılırcasına yaşamaya alıştırılıyoruz. Halbuki hakim bile kalemi kırdığı kararın ardından mahkuma söz hakkı verir, bize o da verilmiyor ne yazık ki!
Ne acı ki, günümüzde iktidarın yaklaşımıyla en yakın çevremizdeki insanların yaklaşımları da iyice örtüşür oldu...
Örneğin, günlük hayattan sıradan bir örnek verecek olursak, bir arkadaşınıza bir şey demeniz lazım ya da hatır soracaksınız, telefon açıyorsunuz, açılmıyor telefon. Bir kaç yanıt alamadığınız, açılmayan aramadan sonra, nihayet utandık bela karşınıza çıkıyor, o da tavırlı ve kısa. Konuşmanıza bile fırsat verilmeden kapanıyor telefon. Diyecekleriniz boğazınızda düğümleniyor, aslında daha içten bir hatır bile sormamışsınız… Sonuçsuz bırakılıyoruz.
Diyelim ki bir arkadaşınızla bir sorunu çözmek istiyorsunuz asla yanaşmıyor görüşmeye ve hep geçiştiriliyorsunuz. Aslında sorun, sorun bile değil. Ama sonuçta sözler havada uçuşuyor. “Olur, tabii, buralardayım, görüşürüz” gibi uygar sözcükler ile geçiştiriliyor o konuşma da… Ama yine sonuç yok… Aslında nedeni de apaçık ortada, görüşüp konuşacak olsanız karşı taraf sizin mantıklı yaklaşımlarınıza ister istemez hak vermek durumunda kalacak, siz konuşursanız o da konuşmak zorunda kalacak. Ama en iyisi buna fırsat vermemek ve konuşmamak için sizi de konuşturmamak değil mi? En iyisi mi “ne dinlerim ne de haklısın derim” ile sessizlik ve yok sayma devam ediyor… Ama, acaba “KİM HAKLI” derdinde mi konuşmak isteyen, yoksa çözümsüzlüğü aşmak mı niyeti, düşünen bile yok… Sonuçsuz bırakılıyoruz.
Öte yandan iktidarın yaklaşımına bakıyorsunuz, hiç bir farkı yok sokaktaki hiçe saymalardan. Kararlar veriliyor, uygulama yapılıyor birilerince. Haksızlık diz boyu. “Hayır bu adil değil, yargısız infaz, hakkaniyetli değil” diye çırpınsanız da, söz hakkı için bir fırsat diye çabalasanız da, nedenini anlamaya çalışsanız da ne size cevap veren var, ne açıklama yapan var. Konuşmanıza fırsat veren yok çünkü “ben yaptım oldu mantığı” ile “yok sayılmak” adet olmuş bu ülkede... Yine sonuçsuz bırakılıyoruz.
Sonra çıkıyoruz yüzlerce kilometrelik adalet yürüyüşüne…
Adalet istiyoruz.
Hak hukuk istiyoruz diye çırpınıyoruz.
Ama o yürüyüşte yanyana yürüdüğümüz her bir bireyin kendi dünyalarında hak hukuka, adalete ne kadar uydukların bilmiyoruz…
Bireysel bilinçlenme olmadan toplumsal bilince ulaşılamayacağını hep unutuyoruz!
Sonuç ne?
Hiç!
Bilinmezliğin içinde kulaç atmaya devam ediyoruz…
Bir yerde yorgunluktan boğulacağımızı da biliyoruz ama …
İşte o amalarla yaşıyoruz…
Hem bu düzende, hem de içimizde…
Yazık değil mi bize?
Neden kolayı zor, yaşamı keyfiyete bırakılmış kararların gölgesinde yaşıyoruz?