Kadın cinayetinin işlenmediği tek bir gün bile geçmiyor ülkemizde. Bu cinayetleri düşündükçe, katillerin yollarını ayırdıkları kadınlardan hala vazgeçmediklerini, sahiplenmeyi kendilerinde doğal bir hak gördüklerini anlıyoruz. Bu yazının temelinde bu hastalıklı düşüncenin bir ögesi yatmaktadır… VAZGEÇEMEMEK!
İnsanların çektiği acıların en büyük kaynağının bağlanma alışkanlığı olduğunun altını çizen Buda, mutluluğun anahtarını “bırakmayı öğrenmek” olarak gösteriyor. Peki vazgeçmek ya da boş vermek neden bu kadar zor?
Çoğumuzun en büyük hatalarından biri de, sanıyorum kolaylıkla vazgeçememek. Özgürlüğünüze, mutluluğunuza ve başarınıza sahip çıkmanın yollarından biri, bazen bir şeylere sahip çıkmamaktır!
Evet, Sahip çıkmamak!
Sahip çıkmaktan vazgeçmek, geride bırakmaktır!
Böyle davranmak alışık olduğumuzun tersidir. Biz, daha çok elde ettiğimiz her şeyi sahiplenmek ve onları asla bırakmamak düşüncesiyle yetiştirildik. Buna kendimizce vefa diyoruz, sadakat diyoruz, sorumluluk diyoruz, sevgi, sebat, irade vs her bahaneyi buluyoruz. Ama adı ne olursa olsun, mutsuz olmaya ve mutsuz etmeye devam ediyoruz... Çünkü mecburiyetlerle yaşıyoruz, hatır gönül derken o cendereden bir türlü çıkamıyoruz, bunalıyoruz-bunaltıyoruz...
Hâlbuki MUTLULUK, HUZUR ancak özgürlükten doğar, özgürlükten beslenir. Özgürlüğün olmadığı yerde ne tam anlamıyla huzur vardır, ne mutluluk, ne de gerçek dostluklar, aşklar.
Yaşamda yeri geldiğinde vazgeçmek, vazgeçebilmek de gerekiyor… Vazgeçmek istediğimiz herhangi bir şeyden ayrılırken karşı karşıya kalabileceğimiz boşluk duygusuyla yüzleşmek. Bu boşluktan, değişecek düzenden korkmaktan insanlar korkuyor. Halbuki, vazgeçebilmek insana dingin bir netlik getirir. Zihnimizi, kalbimizi cendereden kurtarır, ferahlatır. Bir berraklık kalır geride, buruk da olsa kocaman bir özgürlük. Hepimiz biliyoruz ki, yaşadığımız sorunların çoğunu vazgeçemediğimiz için yaşıyoruz aslında. Israr ve inat ettiğimiz için, hep kendimizden veriyoruz. Aile baskısı, mahalle baskısı, toplum baskısı vs derken olan sadece bize oluyor aslında. Takılıp kalıyoruz bir yerde. Takıntılarımızdan dolayı kıramıyoruz içsel zincirleri. Özgürleşemiyoruz, kendimizin tutsağı oluyoruz. Vazgeçemediğimiz fikirler, vazgeçemediğimiz alışkanlıklar, vazgeçemediğimiz ilişkiler, vazgeçemediğimi duygular ve daha bir çok şey sonunda saplantılarla, ön yargılarla dolu mutsuz geçen bir hayatın avuçlarımızdan kayıp gittiğini fark ettirdiğinde ise gerçekte hiçbir şey değişmemiş, her şeyin aynı kaldığını fark ediyoruz!
Olan sadece bizlere ve yıllarımıza, zarar verdiklerimize oluyor.
Demem o ki, vazgeçebilmek lazım. Eğer bir yol bizi mutlu etmiyorsa onda körü körüne ısrar etmek yerine, bırakabilmek lazım. Sevmeden yaptığımız meslekleri, yürümeyen evlilikleri, bizi sevmeyen sevdiklerimizi, güvenmediğimiz, bizlere manevi artılar katmayan dostlukları, geliştiremediğimiz projeleri, kısaca bizi mutlu etmeyen her şeyi bırakabilmek lazım.
Vazgeçebilmek, bazen en büyük özgürlüktür. Bazı şeylerin gitmesine izin vermek korkaklık değildir. Aksine nerede bırakacağını bilmek bir cesaret işidir. Eğer vakti geldiyse kirletmeden, bozmadan, dağıtmadan vazgeçmek yerinde bir davranış olacaktır. Bu sizin bir deneyimin içinden geçtiğinizi, bu deneyimin size öğrettikleriyle daha ileriye gittiğinizi, artık daha güzel şeyler başarmak için elinizde daha fazla tecrübe olduğunu gösterir.
Vazgeçmeniz gereken her şeye sizi daha ileriye taşıyacak bir deneyim gözüyle baktığınızda, yaşananları hırstan ve bağımlılıktan uzak bir şekilde, daha net görebiliriz. Takılıp kalmak, tıkanıp kalmak bizlere yalnızca vakit kaybettirecek, yavaşlatacak, hayatımıza girecek olan diğer fırsatları kaçırmamıza sebep olacaktır.
Özgürlüğümüze, mutluluğa, dahası kendimize sahip çıkmak istiyorsak, bazen bir şeylere sahip çıkmayıp vazgeçebilmeliyiz!
Çünkü “Her seçiş bir vazgeçiştir.” Jean Paul Sartre
Şu kısacık yaşamda, kendimizi, huzurumuzu, mutluluğu seçebilmeliyiz.