Bu tıpkı olmamız gerekenle, gerçek biz arasındaki fark gibi bir şey. Hangimiz kostümsüz, maskesiz dışarı çıkıyoruz?
Samimi olarak düşünecek olursak gerçeğimizle yüzleştiğimiz bu sorudan sonra hepimizin yüzünde bir tebessüm olacaktır.
İnsanız, yaşam boyu, insanlık tarihi boyunca evrimleştikçe beraberinde de kültür, çevre gibi pek çok etkenle bizleri çevreleyen ortama yavaş yavaş, fark etmeden adapte oluyor ve bunu yaparken belki de gerçek kişiliklerimizin bir kısmını geride bırakıyoruz.
Ah sadece biz olabilsek!
Bizi kimsenin bizden daha çok mutlu edemeyeceği ile yüzleşebilsek…
Koşullara bağlı olmadan da mutlu olunabileceğini bilsek, “ben buyum” demeden bir şey olma çabamızı bir tarafa fırlatıp atsak ve tüm sıfatları, unvanları, maddi kaygıları, egoları bırakabilsek…
Sahiplendiğimiz eşyaya verdiğimizden daha fazla değeri bize emanet verilmiş yaşama verebilsek..
Gözlerimizi kapatıp düşsel bir yolculuğa çıksak şimdi:
Bazen sağanak yağmurda saatlerce yürümek istemez miyiz, hem de şemsiyesiz, tıpkı anne sözü dinlemeyen çocuklar gibi! Ya da gelincik tarlasında Mevlana’yı kucaklar gibi dönmek dakikalarca, sonra başımızın dönmesiyle uzansak gelincik tarlasına; toprağın kokusu, çimlerin kokusuyla karışsa...
Siz bilir misiniz gelincikler nasıl kokar, kokladığınız an hemen solar...
Soldurmadan koklasak, ya da koklar gibi yapsak, içimize çeksek doğanın kendine has parfümünü...
Aldırmasak üstümüze başımıza, elalem ne der demeden koşabilsek uzaklara...Yorulana kadar, arkaya dönüp bakmadan…
Sonra bir pamuk şekeri alsak elimize, ya da macun şekeri satan tezgâhtan bir tutam gökkuşağı yakalasak! Kocaman bir ısırık alıp dudaklarımızın pembe oluşuna aldırmadan gülebilsek hayalimizdeki kendimize, tıpkı çocuklar gibi...
Sonra bir ağacın altına otursak temiz mi kirli mi, toz mu toprak mı demeden…
Parmaklarımızla toprağı eşelesek manikürümüz bozulurmuş, tırnağımız toprak dolarmış, umursamadan...
Saçlarımızı dağıtsa rüzgâr, yüzümüze yüzümüze esse, aldırmasak.
Uzaktan gelen sesleri bir tren düdüğünde boğsak. Ya da bir akarsuyun çağıltısında...
Ne olur, bir kez, sadece kendimizle koşsak, koşsak...
İçimizden geldiği gibi sevebilsek, beklentisiz, yalın ve içten. “Keşke duygularımı dile getirme cesaretim olsaydı” demesek hiçbir zaman. Yaşasak duygusallığı bazen acı, bazen mutlu ama her şekilde de biz olsak… Şems ile buluşup Kimya’yı unutsak…
Seni seviyorum diyebilsek yaşımıza, başımıza, kariyerimize, tüm topluma aldırmadan…
Daha gözlerine bile dokunmamış masumiyetle bakabilsek gölgelere, gölgelerden siluetler, siluetlerden insanlar yaratsak özgür ve mutlu. Kimse bize hesap sormasa, yargılamasa, sadece anlasa…
Kendi yolculuğumuza çıkabilsek, bize gösterilen yere doğru giden yollardan sapıp, talimatlara uyan, bizden bekleneni yapan ve dış dünyanın takdirlerine bağımlı, içsel tatminden uzak bir varlık olmaktan sıyrılabilsek! Keşke başkalarının bizden beklediği hayatı sürdürmek yerine, düşlerimizin peşinden gidecek cesareti bulsak….
Kendi yaşamımızın yazarı olabilsek. Yaşam hikayemi kim yazıyor diye düşünmesek…
Hayatımızı içselleştirmeden yaşadığımız her saniye sadece şekil değiştirip durduğumuzu anlayabilsek!
Yaşam yolculuğumuzda istenilen yere değil de istediğimiz yere erişmek olsa tek kaygımız.
Ah bir karar verebilsek bu yolculuğu kim olarak yapacağımıza…
Bizden beklenen BEN mi, yoksa olmak istediğimiz BEN mi olsak?
SADECE KENDİMİZ OLABİLSEK!