“Yaşamak değil, Beni bu telaş öldürecek.” diyen Özdemir Asaf ne güzel parmak basmış çağımızın “zamanı” acımasızca, bilinçsizce harcayan, yüzeysel yaşayanlarının yarasına!
Öyle bir yaşıyoruz ki hayatlarımızı, dışardan seyretsek biz bile şaşar. Bir telaş, bir telaş…
Sabah uyandığımız andan itibaren başlayan, gün boyu süren, her işin bir diğerine incecik anlarla bağlı olduğu 24 saatlik günlerimizi, 30 günlük aylarımızı, 365 günlük yıllarımızı acımasızca, su gibi harcıyoruz…
Zaman ki hepimizin “çok kıymetli” olduğu konusunda aynı düşüncede olduğumuz ama uygulamada çok savurgan olduğumuz bir kavram. İyi tanımadığımız ortada. Nedir zaman?
Öyle bir şey ki zaman, satın alınamaz, satılamaz, yedekte tutulamaz, sonra kullanırım diyerek bir yerde saklanamaz, değiştirilemez… Akar, gider… Hiç kullanılmasa da, yine de tükenmeye devam eder...
Bazen düşünürüm, gerçekten yaşamak zorunda mıyız bunca sorumluluğu, hayal kırıklıklarını, zamansızlıkta sıkışıp kalmanın verdiği huzursuzluğu, benzer her şeyi diye? Bazen suçlarız da kendimizi, biz mi zamanı iyi kullanamıyoruz, biz mi ayak uyduramıyoruz ki her şeyi harala gürele yaşıyoruz diye…
Çevremizdeki sakin, telaşsız yaşayan, hayatın sırrını çözmüş gibi duran, çevreye mutluluk görüntüleri yayan insanlara bakarken şaşırıp kalırız. O görüntüler gerçek midir yoksa bizlerin bilmediğimiz bir şeyler mi var hayata dair? “Keşkelere” sığınmanın yoğun olduğu ülkemizde, 70 yaşında bir zeytin ağacı dikmenin keyfini dile getiren Nazım’ı anlamakta bile güçlük çekeriz böyle anlarda. Her şeyi erteler, sonralara bırakır, kendimizce bahaneler uydurur harala gürele yaşamlarımıza geri döneriz. Kim bilir belki de başlarımızı kuma gömüp tavuskuşları gibi yaşamakta buluruz çıkar yolu…
Neden mi? Çünkü insanlar sorgulamaktan, hele hele kendisini sorgulamaktan korkar... Aslında tam tersi, korkmamalı ve yaşayacağımız sayılı zamanın, günlerimizin anlamlı ve dolu olması için sorgulamalıyız kendimizi sık sık. “ Şimdiye kadar nasıl yaşadım, neyi yaşamadım, niye yaşayamadım, neden?” diye sormalı ve bunlarla da yetinmeyip bundan sonra nasıl yaşamalıyım, neler yapmalıyım, nasıl yapmalıyım diye sürdürmeliyiz sorgularımızı. Her yaşta yapmalı bunu...
Ah bir kabul etsek, yapma ya gayret etsek, harala gürele, koştura koştura değil sakince yaşamak gerektiğini! İş güç bir tarafa, çağımızın dakik olma zorunluluğu nedeniyle içinde olduğumuz telaş bir tarafa, ruhlarımızı bari harala gürele yaşamanın yorgunluğundan arındırabilsek!
Asıl çabamız ve amacımız ”güzel” yaşamak... Mutlu yaşamak. Tüm çabalarımız, bu yaşamı iyi kılmak... Yaşıyor olmaya ve yaşamış olmaya bir anlam katmak... Ama bu yaşam, sınırlı bir yaşam... Prostatı, kalbi, şekeri tutsa da tutmasa da, tansiyonu çıksa da çıkmasa da, depresyon zirve yapsa da yapmasa da, maddi sorunlar, ülkenin dengesizlikleri, politikanın çirkinlikleri, ekmeğin aslanın ağzında olması, riyakar insan ilişkilerinin etrafı doldurmuş olması bile gerçeği değiştiremez; biliyoruz ki hepimiz için yaşanacak süre sınırlı...
Bu nedenle “keşkesiz”, neyi yaşamak istiyorsak onu yaşayabileceğimiz, harala gürele olmayan günler dileği ile Nietzcsche’nin seslenişiyle yazımı noktalamak istiyorum…
NEYİ YAŞAMAK İSTİYORSAN ONU YAŞA
Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedim ki ” söz ver kendine “
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım
ÖYLE DEĞERLİYMİŞ Kİ ZAMAN,
HEP ACELE ETMEM BUNDAN, ANLADIM.”
Tek telaşımız bu olsa…