Yazdıklarınızın yaşadıklarınızla var mı? Varsa, ne tür bir ilişki içinde olduğunu söyleyebilirsiniz; ya da yazdıklarınızı hayatla buluşturmayı başardığınızı söyleyebilir misiniz?
Ne çok soru!
Ne çok yanıt! Çok göreceli değil mi?
“Amanaaa, bana ne, ben yazar değilim ki bunu düşüneyim” de diyebilirsiniz ama şu soruyu da kendinize sormanızı öneririm; yaşadıklarınız olmasaydı bugün (bırakın yazmayı) sohbetlerinizde kullanacağınız konular, sözcükler, düşünce yapınız ve hatta yaşam biçiminiz nasıl oluşurdu?
“Yazmak” sadece bir şemsiye sözcük!
Ne dersiniz?
“Bir yerde okumuştum:
Yazdıklarımı yaşadıklarım sanıyorlar ...
Oysa ben bazen yaşamak istediklerimi de yazıyorum...”
Hatta yaşayamadıklarımızı ama yaşamak istediklerimizi de yazabiliriz!
Tıpkı, "Şairin yaşamı, şiirine dahildir" diyen, Cemal Süreya gibi...
Bence istesek de istemesek de, yaşadıklarımızdan izler taşır yazdıklarımız. Genel olarak, yaşamdan kopuk bir sanatın olamayacağına ve olmaması gerektiğini düşünürsek! “Yaşam ile sanat birbiriyle kavga eden iki sevgili gibidir.” derler, doğru mu acaba?
Bazılarının sohbetleri, yazıları yaşamdan ayrı düşen tek bir kelime barındırmaz içinde. Elbette ki farklı haller, durumlar, zamanlar vardır ama genelde hep böyle değil midir, bir düşünün lütfen! Öte yanda, sırf yazmak için, sohbetlere katılabilmek için, “mış” gibi yapabilmek için yaşamından çok uzak şeyleri üretme çabasında olanlar da vardır, hatta yazdıklarında gerçek yaşamından yana en küçük iz bırakmayanlarda vardır.
Ama yazılanlar siyasi ise toplumsal olay ve gelişmeler karşısında onları anlatma ve duyurma ihtiyacı sonucu ortaya çıkmışlarsa, birebir onu yaratan olayın rengini taşır içinde.
Edebiyatçı bir arkadaşım şöyle demişti; “Hiç yazmak için yazmadım. Yazıyı yaratan ya da yaratmayı tetikleyen olaylar ve durumlar olmadıkça, duygularımda hayat bulmadıkça, bende böyle bir işe kalkışmadım, bir damla bile mürekkep ziyan etmedim”
Edebiyat dünyasında bir seçimden söz edilir: Ya yaşayacaksın, ya da yazacaksın! Çünkü yazı çok fazla mesai gerektiren bir iş ve yalnızlık. Ömürden çalan ama ömre anlam da katan. Benim de sonuna kadar katıldığım bir görüş bu…
Yaşamadan, biriktirmeden ve okumadan nasıl yazılabilir ki!!!
Yazarken kendi yaşamımızı veya tanıklık ettiğimiz yaşamları anlatmaktan vazgeçemiyoruz.
Kimi zaman kendimizi, birebir olmasa da, bir başkasıyla var kılabiliyoruz yazdıklarımızda.
Hatta “beni” parçalara ayırıp bir çok öykü karakterine yerleştirmeye çalışıyoruz.
Tıpkı Yaşamın arta kalanıdır yazdıklarımız." der gibi… Yaşadıklarımızdan bizde kalanlar ve var olduğumuz sürece bizle yaşayacaklar…
Aslında da gerçek bu değil midir?
Bir çok edebi eserin sürükleyiciliği ve unutulmazlığı, o kitabın içinde yer alan karakterlerin dinamik yapıları ve psikolojileridir. O karakterlerin duyguları, tepkileri, zekaları, kavrayışları, kişilikleri, "ben"likleri ve diğer karakterlerle olan ilişkileri öykünün oluşumunu sağlar. Bu karakterleri ve karakterlerin psikolojilerini yaratanlarsa o öyküleri ve/veya romanları yazan kişilerdir...
Artık bundan sonra “Ben de bir hırsızım... Yazdıklarımı, anlattıklarımı yaşadıklarımdan çalıyorum.” der misiniz, demez misiniz, karar sizin!