Nerede okumuştum bilmiyorum ama güzel bir yazıydı ve diyordu ki, “Hala mümkünse eğer; söylenmemiş sözler söylenmeli, yaşanmamışlıklar yaşanmalı...”
Sevdiklerimize daha çok zaman ayrılmalı, ertelenmiş ya da “nasıl olsa biliyor” diyerek söylemeyi ihmal ettiğimiz sevgi sözcükleri içimizden geldiği gibi, özgürce söylenmeli. Ne olur sanki onlarca kez seni seviyorum desek!
Hayatı, insanları, doğayı, tüm canlılarıyla yaşamın kendisini daha çok sevmeli, sevgiyi hak eden dostlarla daha çok anı biriktirmeli, daha çok gülmeli, daha çok hayallerinin peşinden koşabilmeli insan...
Keşke içinde yaşadığımız kavga, nefret, ayrıştırma, ötekileştirme, talan kültürüyle iktidarda kalma heveslilerini unutabilsek, yok sayabilsek, ya da hak ettikleri yere gönderebilsek de huzuru, saygıyı, saygınlığı, refahı ve edebi yeniden yaşayabilsek!
Bunların yerine denize, ormana, gökyüzüne, kuşlara, çocukların gözlerine daha çok bakabilsek ve bir dostumun dediği gibi “ağaçlara daha sık sarılmalı, rüzgarları daha çok dinlemeli, yağmurlarda daha çok ıslanmalı, toprağa, çiçeklere daha çok dokunmalı, yaşamı zerresine kadar soluyabilsek”
En mühimi de sizi üzen her durumdan, insandan, ortamdan uzaklaşın. Vazgeçin. Hiç vakit kaybetmeden. Çünkü ölümden başka her şeyin bir çaresi tesellisi ve ödülü vardır. Kendinizi sevin artık. Elif Şafak ne güzel demiş “Vazgeçebilmeye Methiye” yazısında…
“Vazgeçebilmek bir erdemdir. Bir deli güzel meziyettir ki insan kolay kolay kavrayamaz önemini. Gençken daha zordur buna vasıl olmak. Ama öyle gençler vardır ki ihtiyarlardan bilgedir, o başka. Geri kalan çoğumuz seneler geçtikçe anlarız vazgeçebilmenin kıymetini. Hayat öğretir bize. Hayat ve bir de kronikleşmiş hatalarımız. Kimilerimiz ise hiçbir zaman öğrenemeyiz ya. Dersimizi almayız. Dün nasıl isek yarın da aynen öyle.
Genelde zannediyoruz ki vazgeçmek bir zayıflık belirtisidir. Hatta bir nevi korkaklık, adeta acz. Halbuki tam tersidir bence. Ancak kendine güvenen, karakteri sağlam ve komplekslerden arınmış olan insanlar vazgeçmenin erdemine vakıf olabilirler. Şu hayatta yaşadığımız sorunların çoğunu vazgeçemediğimiz için yaşıyoruz aslında. Israr ve inat ettiğimiz için. Takıntılarımızdan dolayı.”
Vaz geçebilsek keşke! Ve; kendimize özel zaman/özel alan yaratabilsek!
Eşimize, sevgilimize, arkadaşlarımıza, çocuklarımıza ve ailemize, sağlığımıza ve keyfimize zaman ayırdık ayırabildiğimiz kadar ama bitti mi? Yetti mi?
Kendimize ne kadar yeterli zaman ayırabildik? Kendimizle baş başa kalabilip, kendimizi dinleyip, bazen kendimizi şımartıp, bazen kendimizle yüzleşerek zihnimizi, ruhumuzu ne kadar dinlendirebildik?
Daha çok sevgi dolu günlere ortam yaratıp, üretebilsek, öğretebilsek hayata iyiliklerle dokunabilmenin yüceliğini, iç huzurunu ve dinginliğini… Umutlarımıza ve geleceğe daha çok inansak!
Ve; ölüme inat yaşamanın hakkını verebilsek, kalp kırmadan, kırılmadan yaşamayı öğrensek, öğretsek, hala mümkünken...
Yaşam boyu “elalem ne der” endişesiyle baskıladığımız pek çok isteğimizi, bunları yaşamamak adına verdiğimiz ödünleri hiç düşündünüz mü? Değer miydi?
Yeni bir yıla girdik, geçmişteki keşkeleri silebilsek, en azından buna gayret edip silinen her "keşke"nin yerine başka bir “iyi ki” ile başlayan cümleler eklesek hayatımıza
Hayatı çok uzun zamandır ıskalamış olduğumuzu fark ettiğimiz gün hangi gün olursa olsun hiç geç kalmamışızdır. Çünkü sadece ölüme çare yoktur! Zaman varken içinizdeki ışığı yeniden yakıp peşinden gidin!
Hadi durmayın, yapın, hayat o kadar da uzun değil!
Haydi, sadece yapın! Yapalım, hala mümkün!