Rektör ne ki?
Bakın basitçe şöyle anlatayım; bir zamanlar ülkemizde saygın devlet üniversitelerinin başına seçimle gelen, profesörlük için yıllarını bilime adamış, üniversitesindeki öğretim üyelerinin oyları ile seçilmiş, sonra da YÖK ve cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış yöneticilerimiz vardı. Biz bu yöneticilere Rektör derdik!
Kitaplar da şöyle tanımlardı; “Rektör, bir üniversiteyi yasalar uyarınca yöneten, üniversitenin tüzel kişiliğini temsil eden, öğretimin düzenli yürütülmesinden vb. sorumlu kimse olarak tanımlanır”(dı).
Bir zamanlar Türk yüksek öğretim sistemine göre devlet üniversitelerinde rektör, üniversitenin öğretim üyeleri tarafından yapılan oylama sonuçlarının YÖK tarafından yapılacak sıralamanın Cumhurbaşkanı\'na sunulmasından sonra Cumhurbaşkanınca değerlendirilip adaylardan birinin atanması sonucu göreve başlardı. Görev süresi dört yıldır ve en fazla iki dönem bu görevde kalabilirdi.
Sonra bir gece ansızın çıkarılan bir KHK ile herşey değişiverdi. Hani herşeyi çok iyi bilenlerin yönettiği bu ülkede en büyük eksiklerden biri de buydu ya! Aslında esas amaç, kadrolaşarak siyaseti üniversitelere yaymanın ve bilime değil partiye hizmet eden elemanlar hazırlamanın en etkili yolu olarak görüldüğünden KHK de elinden geleni yapıtı…
Neyse; buna da neyse!
İlk başta üniversitelerin demokratik yöntemlerle kendi içlerinde yaptıkları rektör adayı belirleme seçimlerine son verildi. Dendi ki: "Devlet üniversitelerinde rektör, profesör akademik unvanına sahip kişiler arasından görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanır."
Hayda! Yani cumhurbaşkanı kimi isterse rektör o olacaktı!
Sonra bu da yetmedi. Sanırım yeterli sayıda “isteğe uygun” yandaş profesör bulunamamış olmalı ki yeni bir KHK çıkarılıverdi! KHK’yla 5347 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda değişikliğe gidildi. Buna göre artık cumhurbaşkanı, profesör olmasa da bir kişiyi rektör atayabilecek.
Oh ne güzel… İnanın sorunlar böylece çözülüverdi. Ne ya yıllarca uğraş dur, çalış, bilimle uğraşmaktan evini, aileni, yaşamını hep ötele, ihmal et, profesör olacağım diye yüzlerce makale, sunu, konferans için binlerce kilometre yap… Olsa olsa akademik hayatta rektör olursun ki bilim yolunda çoğu kişinin de bu pek umursadığı bir şey değildir…
Hadi buna da neyse!
Çalışmadan, bilimin b’sini bilmeden, hayatında hiç bilimsel makale bile okumadan, tepeden inme bir gün eline bir kağıt geçiverir ve bakarsın rektör olmuşsun üniversitenin birine!
Ne hoş bir dünya!
Tıpkı sosyal medyada birinin yazdığı gibi, durum özetleniveriyor:
“Öğrenci affı çıkınca üniversiteye döneyim diye düşünüyordum. Şimdi rektör olarak dönme seçeneğim de var.”
Peki, kim bu atanan rektörler?
Medyadan izliyoruz, okuyoruz ve görüyoruz ki, eski AKP’li vekiller eğitimlerine, deneyimlerine bakılmaksızın rektör ve büyükelçi olarak atanıyor.
Bunun için partiye üye olup, birkaç hatırlı eş dost edinip, ilişkileri gündeme göre yürüterek herkesin her şey olabileceği bir dönemden geçiyoruz. Okumak, eğitim, öğretim vsvs hepsi boş!
Canınıza, emeğinize, kesenize yazık bunca zahmet…
YÖK başkanı diyor ya: “Akademide üç yıllık bir tecrübesi bulunan bir kişinin rektör yapılmaması için herhangi bir engel yoktur.”
İnanılır gibi değil, değil mi?
Öte yandan, bazı insanlar akıllarının ucundan bile geçmeyen görevlere atanırken (büyükelçi ya da rektör yapılarak), bazıları isteyerek, dileyerek seçtiği mesleği dahi yapamıyorsa, kanunların kendine verdiği haklar bile sümen altı edilebiliyorsa, haksızlığa isyanını haykıramıyorsa, itirazını dinleyecek mercii yoksa, herkesin ciddi ciddi düşünme zamanı gelmiş demektir.
Belki de geçiyordur bile…