Bugun...


Hayrettin ERTEKİN

facebook-paylas
Bizim Kalp Dâvâmız var 20-4-2019
Tarih: 20-04-2019 09:59:00 Güncelleme: 20-04-2019 09:59:00


Evet Bir dâvâmız var; Medeni bir insan olarak ahirete gitmek Yani ölmek istiyoruz.
Müslüman gibiymiş gibi değil Kuran’ın ayetleri gibi Müslümanca yaşamak için çalışmalıyız.
Bütün kaygıları asil bir derde terfi ettirmek gerekir.

Asil dert,selim bir kalbin derdidir. 
O kalp arı ve duru bir kalptir; alınıp ele,
“bakın insanlar, burada sizin aleyhinize hiçbir şey yok” denebilecek
şeffaflıktadır.

Ne malın ne de evladın fayda vermeyeceği bir günde bizi kurtaracak olan sadece böyle bir kalptir. İncitmeyen, incinmeyen
ve kimseden yaptığı iyiliğin karşılığını beklemeyen o kalbi, bu kadar
telaş, koşuşturma ve yoğunluk içerisinde elde etmek ve dahası
kaybetmemek nasıl mümkün olur? Dâvâmız işte bu sorunun cevabını
bulmaktır. Dâvâmız, bir kalp dâvâsıdır; kalbimizin kıvamını temin
etmenin ve onu kaybetmemenin çabasıdır.
Kalp dâvâmız, bütün dâvâların kendisine bağlanacağı cesamet ve
heybette bir dâvâdır. Kalbini ihya eden kendisini ihya etmiştir.
Kendisini ihya eden ne olduğunu bilmiştir. Ne olduğunu bilen Rabbini
tanımış, Rabbini tanıyan hakkındaki muradın peşine düşmüştür.
Hakkımızdaki murat, istidadımıza göre Hakka anahtar, şerre kilit
olmaktır. Kalp dâvâmızın özünde, ihsan şuuru ile dünyanın üstüne
yürümek ve temas ettiğimiz her yerde hayra vesile olmak vardır. Bunu
başarabilen kalbinin kıvamını bulmuş, takvayı tek ölçü kabul eden o
kıvamı korumuştur.
Kalbin kıvamı ya da standardı nasıl bilinir? Doğrusu bir mü’min için
bu soruyu cevaplamak ve o kıvamı bulup muhafaza etmekten daha mühim
bir mesele yoktur. 
Zira her an “dön” çağrısı ile kalbin atışı
durabilir. Atış durdu mu seyir biter. 
Çağrının ne zaman erişeceğini
bilmiyorsak, istediğimiz kıvamı bir an önce tutturmanın ve onu
muhafaza etmenin derdine düşmek gerekir. Kıvam; bir ayar, iklim ve
muhit işidir. 
Kalp gibi halden hale girmekle maruf bir uzvun ayarını
neyin, kimin ve nasıl belirlediğine dikkat kesilmek ve bunlar üzerine
gitmek elzemdir.
Sıcak ikram edilmesi gereken bir yiyeceği kıvamında muhafaza için
nasıl belli şartlar gerekiyorsa kalbin de Hakka ait duyuşları
hissedecek ya da selim sıfatına liyakati kesbedecek bir doku şartı
vardır. O doku, canlılığını muhafaza edeceği iklim ister. 
İklim, sâdık
ve sâlih insanların civarıdır. 
Dahası her kalp kendine ait ısınma,
kaynama ve yumuşama özellikleri ile hususi bir alâkaya muhtaçtır.
Hangi muhit ve hangi dostlar kalbin dokusuna müspet tesir eder? Hangi
şartlar arzu edilen kıvamı temin eder? Kişinin kendisini tanıması,
biraz da bu soruların cevabını bulmasına bağlıdır.
Kitabımız, kalbimizin muhtaç olduğu standardın adını koymuştur. 
Bu standart ya da arzu edilen kıvam “haşyet”tir: “İman edenlerin Allah’ı
anma ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha
gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi
olmasınlar. 
Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı.
Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”

Bu kıvamın aslında bir mü’min standardı olduğunu ayet şöyle söyler:
“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, kendilerine
Allah’ın ayetleri okunduğunda imanları artan ve yalnız Rablerine
dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal, 2). Kalbi titremeyenin mü’minlik
dâvâsı olmaz. Mü’min, kalbinin atışları ile terfi eden kimsedir.
Kalbinin her çırpıntısı ile imanı, ikanı ve ihsanı artan bir kalp
insanı için bu terfide en büyük güvence kalbin hakiki sahibidir.
Kalbin standardı; Allah’ın ismi ve ayetleri işitildiğinde büründüğü
halden bilinir. Kalp o hal ile bir yükseliş ufkuna koyuluyorsa kıvam
tutturulmuş demektir. Ama kıvamı tutturmak yetmez. Bunu bir de kalıcı
hale getirmek gerekir. Halden hale giren kalbi istenen halde tutmanın
yolu, her an öncekinden daha iyi bir başka hal için seyir gayretine
sokmaktır. Kalbi kıvamda tuttuğu gibi sadrı da genişleten bu seyirde
rehber, Rabbimizden gelen bir nurdur: “Allah’ın, göğsünü İslam’a
açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana
kapalı kimse gibi midir?” (Zümer, 22) O nur ile yol alan, sadece
istenen kıvamı temin etmekle kalmaz, her an işitebileceği “dön”
hitabına da hazır bekler. Zaten bir haşyet yolculuğu tutturmayı
başarandan korku ve hüzün de alınacaktır. Tersi de bir seyirdir.
Kıvamı bulamayanın yolculuğu artık kıvamı hiç bulamayacağı bir
derekeye düşüştür. Bunun ismi ise kasvet yolculuğudur.
Kasvet, kalbin kıvamını kaybetmesi, dahası menfi bir istikamette
hızlanarak taşlaşmaya doğru gitmesidir: “Allah’ın zikrine karşı
kalpleri katı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık
içindedirler.” (Zümer, 22) Kalbin kaskatı olması, Allah’ın ayetlerine
karşı hissiz ve duyarsız kalma bedbahtlığıdır. Katılaşan kalpleri
Kur’ân’ımız taşlara benzetir; benzetmekle kalmaz, taşların müspet
hususiyetlerini nazara vererek, kasvetli kalplerin taştan daha katı
olduğunu ifade eder: “Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da
katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar.
Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da
Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta
olduklarınızdan gâfil değildir.” (Bakara, 74) Taştan katı kalpler, ne
dışa doğru ne kendi içinde bir harekete sahip olmadığı gibi rahmetten
de nasipsizdir.
Her kalp çarpıntısı, haşyet yumuşaklığı ile kasvet katılığı arasında
bir yeri işaretler. Kalbin ibresi her bakış, söz ve hisle
değişebilecek kadar hassastır. O ibre hangi yöne bakıyorsa çarpıntının
kaydı da orasının hanesine yazılır. Yolculuk ya artı sonsuza ya da
eksi sonsuza doğrudur. Seyir artı sonsuza doğru ise bir hak dostunun
ifadesi ile her nefeste saklı hazine açığa çıkar. Seyir, eksi sonsuza
doğru ise o hazine heder olur gider. Bununla da kalmaz; kalp, karanlık
üstüne karanlığın binmesi gibi kesif bir mahiyete bürünür ve sonu
mühürlenmeye varacak bir akıbete dûçâr olur. İşte bu şekilde haşyet ve
kasvet kutupları arasında bir sarkaç gibi mütemadiyen salınıp duran
kalbin istediği kıvamı bulması ve artı sonsuza doğru bir seyri
tutturabilmesi ancak rahmet ile mümkündür.
Rahmet Kur’ân’ımızdır: “Biz Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o
mü’minler için bir şifa, bir rahmettir; zalimlerin ise sadece ziyanını
arttırır.” (İsra, 82) Kur’ân, haşyetin kaynağı ve kasvetin yegâne
çaresidir. Kalbin kıvamı Kur’ân’la sağlanır. Peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem muhtemelen o yüzden “Allahım, Kur’ân’ı kalbimin
baharı eyle” diye dua etmiştir. O öyle bir rahmettir ki gamı ve hüznü
giderir, kalbi kasvet karanlığından haşyet aydınlığına, daralmaktan
genişlemeye ve katılıktan yumuşaklığa çıkarır.
Kur’ân, cahiliye çürümüşlüğünü bir bahar tazeliği ile ortadan
kaldırmıştır. Onun diriltici nefesi kaskatı kalpleri yumuşatmış, bir
mü’min standardı olan haşyetin zirvelerine çıkarmıştır. 
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in kalbine indirilmiş o muazzam söz
dokunduğu herkesi titretmiş, kimisine nur, kimisine şifa, kimisine
rahmet olmuştur. 
Onunla hisler terfi etmiş, idrakler berraklaşmış,
nazarlar durulaşmıştır. 
Nasıl bahar, ölümünden sonra yeryüzünün
dirilişinin adı ise, Kur’ân da cahiliye karanlığı ile mustarip
gönüllere bir diriliş olmuştur.
Bugün de bencillik, çıkarcılık ve maddiyat karanlığında debelenen çağ
için Kur’ân ümidin adresidir. 
O, rahmet vasfı ile bizi diğerkâmlığın,
fedakârlığın ve maneviyatın aydınlığına terfi ettirecek yegâne
vasıtadır. 
Yapılacak olan, Kur’ân’ımızı kalp dâvâmızın adresi haline
getirmektir. 
Kasvetten kurtulup haşyete terfi etmek için onun rahmet
vasfı ile buluşmamız gerekiyor. 
Bunun yolunu sevgili Peygamberimiz
bize öğretmiştir: Kur’ân’ımızı kalbimizin baharı yapmak…
Kur’ân’ı kalbin baharı yapmak şüphesiz bir nasip işidir. 
Zaten bu ufkun bir Nebî duası olması bunun ispatıdır. 
Ama her duanın bir de fiili boyutu vardır. 
Kur’ân’ı kalbinin baharı yapmak isteyenin fiili
duası Kur’ân ile ülfet olmalıdır. 
Ülfet kaynaşmak demektir. Bilmeden
anlayamaz, anlamadan sevemez, sevmeden kaynaşamayız.
Kur’ân ile ülfetin tahakkuku üç şarta bağlıdır. Birinci şart gönle
dairdir. 
Kur’ân gönlümüzün en mutena yerinde olmalıdır. 
Onu bütün ölçülerin üstünde bir ölçü ile sevmeli ve en önemlisi şanın, şerefin
ve üstünlüğün miyarı haline getirmeliyiz. Kur’ân’ı sevmek; tilavetini
sevmek, mânâsını sevmek, nüktesini sevmek, hâmilini sevmek, hâdimini
sevmek, hâfızını sevmektir.
İkinci şart vakte dairdir. Her gün Kur’ân’dan bir nasibimiz olmalı,
tilaveti, anlamı ve feyzini talep için belli vakitlerde kapısını
çalmalı ve kendimize gündelik işlerin dağdağasından sıyrılıp onunla
ferahlayacağımız hususi bir zaman dilimi tahsis etmeliyiz. 
Kıraatı ile şenleneceğimiz, nüktesi ile zenginleşeceğimiz ve feyzi ile inşirah
bulacağımız o zamanı hiç ihmal etmemeliyiz. Verdiğimiz kıymet
ayırdığımız vakit nispetindedir.
Üçüncü şart hizmete dairdir.
Kur’ân’a yönelik her türden iş ve çabaya
omuz vermeli, onun yolundaki her müessese ve kimsenin destekçisi
olmalıyız.

Sadece kendimiz değil, ailemiz, yakınlarımız ve
ulaşabildiğimiz herkesin Kur’ân’la ülfeti için gayret göstermeliyiz.
Kalbimizi kasvet çukurundan haşyet semasına terfi ettirecek Kur’ân
rahmeti; gönlü, vakti ve gayreti o şerefli Kitaba tahsis edenlere lütfedilir. 
Böyleleri “Allahım, Kur’ân’ı kalbimin baharı eyle”
şeklindeki Nebî duasını ruhlarının ufkuna koymuş bahtiyarlardır.

 



Bu yazı 6934 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Linkedin RSS
YAZARLAR
GAZETEMİZ

HABER ARA
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
YUKARI