Viktor Hugo şöyle demiş : "İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar."
Dini literatürde de şöyle tarif edilip söylenmez mi ; “ İnsan ana rahmine düştüğü gün kaç nefes alıp vereceği bellidir” yani ne bir nefes fazla ne bir nefes eksik.
Erol Evgin’de bir şarkısına şöyle girmiyor mu; seçilmiş hayatları yaşayıp gidiyoruz….
Hayranı olduğumuz spor dalında da maç bir düdükle başlayıp doksan dakika sonra yine o düdükle bitiyor, arada üç beş dakika duraklama anları olursa uzatmalar oynanıyor o kadar. Hakem biraz iltimas geçerse oyunda penaltı filan alıyorsunuz ama düdük çaldığı zaman oyun bitiyor, oyun gibi bazen galip bazen mağlup tamamlanıyor hayatlar…
Gündelik telaşlar içinde tamamlıyoruz ömrümüzü belki yarın sonra erecek ahir ömrümüzde dünyaya, yaşama belki de bir kişinin hayatına iz bıraktık mı hiç hesap etmiyoruz. Farkında olmadığımız ama belki de bilinçaltında olan bu duyguyu bir tek evlatlarımızın hayatı üzerinden tadıyoruz; onlara iyi bir yaşam, eğitim, iş kaygısı vs …
Eski iş ortağım rahmetli Mustafa Satıcı ile bir akşam Ataköy trafik ışıklarında durduğumuzda yanımıza gelen peçete satan ufak bir çocuğa cebinden çıkardığı bir tomar yabancı parayı verip bir peçete almıştı. Abi napıyorsun dediğimde; ben biraz sonra bunu unutacağım ama onun hayatına bir İZ BIRAKTIM o bunu bir ömür unutmayacak demişti, bugün daha iyi anlıyorum onu.
Nazım’ın “ Yaşama Dair” şiiri ne güzeldir ;
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından…
Bir laboratuvarda insanlık için ölmek, yetmiş yaşında zeytin ağacı dikmekte yaşama bir İZ BIRAKMAK değil mi?
Kapalı çarşıda üniversiteyi bitirip tercümanlık yaparak ufak bir dükkan sahibi olan genç çiftin her sabah işe giderken nazar boncuğu satan iki ayağı sakat bir kadın dikkatini çekiyor. Kız kadına bu hastalığın tedavisi var mı diye sorduğunda, kadın tedavinin Almanya’da ciddi bir meblağa olduğunu belirtiyor. Eşini ikna eden kız kadının raporlarını alıp uçakla Almanya’ya gidip tüm bilgileri ve tedavi ücretini öğrenip dönüyor. Lakin öyle bir paraları yok, eşini dükkanlarını satıp aynı dükkanda kiracı olmaya ikna ediyor ve beraber Almanyada kadının tedavisini yaptırıyorlar, kadın artık sağlıklı ve yürüyor. Düşünsenize hayattaki tek maddi kazanımlarını tanımadıkları bir kadını yürütebilmek adına yaşama nasıl bir İZ bırakıyorlar.
Şimdi biraz da biz düşünelim mi yaşama dair nasıl bir iz bıraktık dünyaya yoksa hiç bir izimiz olmadan mı geçip gideceğiz öteki dünyaya!!
Kalın Sağlıcakla…