İnsan hayatı fırtınalarla dolu. İnsan hayatı az sayıda mutluluğa çok sayıda derde kedere endeksli. Sevinçler kısa, üzüntüler uzun. En sorunsuz gibi görünenin bile kim bilir içinde neler kopuyor. En dertsiz olanının bile beynini meşgul eden kim bilir neler var.
Sürekli sevineceğimiz, mutlu olacağımız olaylar olmuyor. Ama her saniye her dakika üzüleceğimiz bir derdimiz mutlaka var hayatımızda.
Ninelerimizin, dedelerimizin yaşadıkları dönemler kuşkusuz ki daha güzelmiş. Televizyonlardan uzak yaşamları, akşam 19.00’dan 19.00’a adına ‘Ajans’ denilen haberlerin dinlendiği radyolu bir yaşammış onlarınkisi.
O yüzden yaşamları az bilgi içinde çok iş yapmakla geçmiş hepsinin. Güneşi üzerlerine doğdurmadıkları sabahlarda kalkarlar, paparalı, tarhanalı kahvaltılar yapar, dedeler atı, öküzü ya da mandaları arabalara koşar, seher vaktinde tarla bahçe yollarına düşerlerdi.
Dedikodu yapacak zamanları bile olmazdı. Çünkü gün boyu hallolmayı bekleyen o kadar çok işleri vardı ki, çalışmaktan fırsat bulamazlardı Ahmet’i Mehmeti veya Ayşe’yi Fatma’yı çekiştirmeye.
Yıllar yılları kovaladı. Önce gazete sayısı çoğaldı ülkede. Sonra TRT ve ardından özel televizyonlar geldi. Bu arada evlerimizin misafir odalarında salon beyefendisi radyolarımızın yanında üzerlerinde dantelleriyle pikap ve teyplerimiz yerini almaya başladı. Anlayacağınız bütün bunlar radyonun papucunun dama atılacağının sinyalleriydi aslında.
Evlerimizin başköşesinde evin bir bireyi gibi duran çoğu lambalı radyolar, 90’lı yıllardan sonra tavan aralarında ki yerlerini aldılar ister istemez.
Radyoya ilk büyük darbe televizyondan geldi. Ardından pikaplar, teypler derken her şey bir anda değişti. Daha sonra set şekline dönüştü hepsi. Radyosu, teybi, pikabı hepsi tek bir kabin içine alındı üretildikleri fabrikalar tarafından.
Ve günümüz, yani bugünümüz. İnternet bir geldi pir geldi. Onunla birlikte hayatlar değişti. Ne televizyonun, ne setlerin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmadı. 7’den 70’e, köylüsünden şehirlisine, zengininden fakirine hemen herkesin elinden düşmeyen bir şey oldu çıktı internet.
Aşk ve para trafiğinin en kolay idare edilebildiği, paradan sevgiliye her türlü harcamanın kolayca yapılabildiği bir araç haline geldi. Yalanın en uçsuz, en sınırsız söylenebildiği bir mecra olarak girdi hayatlarımıza. Siz siz olun, sakın gerçekçi olmak için çabalamayın internetteki arkadaşlarınızın dünyasında. Zira gerçeklerinizin, dürüstlüğünüzün kabul görmediği, görmeyeceği bir yaşam biçimidir internet.
Özellikle acılarınızı dertlerinizi paylaşmaya kalkışmayın. Cümlelerinizin altına, yanına konmuş üzüntü emojileri ise sizi hiç yanıltmasın. O emojilerle size üzülen bir insan profili yaratılmış yaratılmasına da ekranın gerisinde umursanılmadığınız gerçeği var aslında.
Velhasıl, bundan 60, 70 yıl öncesine dönüp baktığımızda ninelerimizin, dedelerimizin yaşam biçimlerinde her şey organikti. Her şey gerçek, her şey esastı. Şimdi ise her yanımız yalan, her yanımız dolan. Bunca yalan içinde küçükte olsa herhangi bir doğruyu duymaya muhtaç hale geldik.
Kime inanacağımızı, kime inanmayacağımızı bilemez haldeyiz. Bakalım teknoloji bundan sonraki süreçte insanoğluna neyi dayatacak ve geride kalan hangi insani özelliğini elinden alacak?
Bunu bizim görmemiz mümkün değil. Ama bugünden gördüğüm ve emin olduğum bir şey varsa oda şu. Bizden sonrakiler, manevi ve vicdani değerlerden yoksun, içlerinde duygunun, beyinlerinde düşüncenin olmayacağı birer klon haline gelecek. Bunun içinde laboratuvarlarda teknik ve tıbbi işlemlerden geçmelerine de gerek kalmayacak.
Ben bugünden yazdım. Çok değil 30 en geç 40 yıl sonra bunlar yaşanacak. O günleri görmemeniz, yaşamamanız dilek ve duasıyla efendim.